30 Haziran 2010 Çarşamba

Üşeniyorum Öyleyse Yarın!

Bu ara ay sonu... İşi olan çoğu insan bir şekilde ay sonunu denkleştirmeye çalışıyor... Bu da aklıma bizim bir özelliğimizi getirdi. "Son dakikacı olmak." Evet okuyucu sana kötü bir haberim var huylu huyundan vazgeçmez ya biz de yatarız yatarız son dakikaya da sıkışımayı başarırız... Ben bunu en çok ödev, proje teslimlerinde yaşadım. Tabiki sınavlarıma da son dakikada çalışırım. Şimdi maddelerle son dakikaya kalan olan olayları anlatacağım:

1) Yapılacak iş önceden rahat yetiştirilebilecek şekilde verilir: Şimdi eğri oturup doğru konuşma zamanı geldi. O son dakikaya sıkıştırıp söylene söylene yaptığımız işler var ya; aslında bize çok önceden veriliyor ki zamanında başlarsak işleri rahat rahat yapalım.

2)Evdeki hesap nedense hiç çarşıya uymaz: Bize her yeni proje verildiğinde; her zaman söyleriz bu sefer programlı gideceğim ve son ana bırakmadan bütün işlerimi kafam rahat bir biçimde yapacağım; ama hiç bir zaman o rahatlığı bulamayız, ne zaman projeyi yapmak istesek hep bir şey çıkar, bu çok ilginçtir. Sonra bünye kendini bir salar, amaaaaan zaten çok zaman var elbet yarın başlarsam çok bir şey kaybetmem; bu gün yapacağım işi yarın yarınki işle birlikte hallederim programım aksamaz diye insan kendini avutur. Hayatın bir gerçeği avutmak projeyi yapmıyor; sadece erteliyor.

3) Son andan önceki anlar stres çanları çalmaya başlar: Yukarıda da yazdım ya; hep önceden yapmak isteriz; ama işimiz çıkar ilginç bir biçimde. Amma lakin son dakikalara göre o çıkan işlerimiz bir anda çıkmamaya başlar. Çünkü asıl işimiz o yapmamız gereken proje olmaya başlamıştır.

4)İşte o an proje tesliminden saatler önce: Bir an bir çok fikir gelir akla. Hayatımız boyunca bu kadar yaratıcı olamamışızdır.Acaba işi bıraksam mı, rapor mu alsam? Aniden diş ağrım mı başladı? Sonra da aman bir şekilde hallediliyor zaten denir; ama şu bir gerçektir ki son dakikalarda o adrenalin hormonunun verdiği gazla tamamen verimli bir biçimde çalışılır ve son saniyede , dakikada proje teslim edilir. Ne kadar doğru olur bilemeyiz; ama teslim edilmiştir o bize yeter:). Yapılan bir araştırmaya göre sınava son gün çalışıldığında konuların yaklaşık %80'i son dakikanın korkusuyla çalışılır; ama sınavdan asla 100 alamazsınız. Max alabilirseniz 80 alırsınız :) (kolay olmayan dersler için söylüyorum).

Gelgelelim bu işin zaralarına. Efendim bu iş ömürden ömür götürür. Çünkü insan çok stres olur ve bilindiği gibi de fazla stres bir çok hastalığın habercisi. Benden size bir öneri: Bu günün işine yarına bırakmayın :).

27 Haziran 2010 Pazar

Kadın Çantası: Tam bir merak

Kadın çantası... Herkes kadın için ayrı bir dünya, gezegen,evren... Çoğu erkek bu çantalarda neler olduğunu çok merak eder. Merak eden erkeklere sesleniyorum: İngilizler'in bir atasözü vardır "Merak kediyi öldürdü" diye. Bence merak etmeyin. Birazdan anlatacaklarım herkes için yeterli olacaktır bence :).
Bu konuyu neden seçtim ilk önce oradan başlayayım. Normalde ben çanta kullanmam, kullansam da çok küçük olanları kullanırım; ama bu ara zorunlu olarak büyük çantalar kullanmak zorunda kaldım. Bir gün eve dönerken çantamın içinde dakikalarca telefon aradım ve kadın çantalarının aslında gereksiz olduğu kanısına vardım! Şimdi maddelerle o çantalarda neler olabilir yazacağım.

1) Cüzdan, cep telefonu, anahtar: Evet bence çantada bulunması gereken en önemli araç ve gereçler bunlardır; ama bunlar da genellikle unutulur. Gözlemlerime göre 100 kadından 90'ı her gün çantalarında bu 3 önemli aracı aramaktadır ve genelde de ulaşmaktadır bir süre sonra; amma lakin bu yaşanan stres ve kaygı kadınların ömründen ömür götürmektedir. Burda kadınlarımıza bir öneri: Bu 3 araç-gereç'i özel gözlere koyun ki her gün telaş yaşamayın siz de mutlu olun etrafınızdakiler de. Bence çantaların üstüne de dikkat ömrü azaltır yazılmalı :).

2)Ruj,oje,allık, ayna , göz kalemi: Bunlar bence olmasa da olur denilen maddelerdir. Genelde çantada bulunan bu maddeler bir yemek esnasında bana müsaade eder misiniz diyerekten tuvalete yol alır. Bu maddelerin hepsi teker teker çantadan dökülerekten gerekli işlemler için kullanılır :). Ne kadar işe yarar orası muammadır:). Ben taşımam taşıyanı da anlamam onlara sormak lazım :).

3)Kitap: Çantalarda bulunan kitaplar artık oraya yer etmiştir. Dolmuşta, otobüste, vapurda okurum diye düşünülür; fakat hiç bir işe yaramaz. Bence çanta çok eskiyince o kitap çıkarılmalı ve antika diye bir antikacıya satılmalı. İyi para eder diye düşünüyorum :).

4)Fotoğraf makinesi: Bir küçük dijital fotoğraf makinesi bulunur bu çantalarda. Her an bir yerde birlikte poz veririz denir. Genelde 2 kişi olunduğundan kendileri çekmeye çalışırlar pozlarını; ama nerede oldukları hakkında hiç bir fikrimiz olmaz:). Yine de facebook kullananlar için çok önemli bir araçtır :D.

5)İşe yarayan şeyler bulunmaz: Bir peçete ya da ıslak mendil istediğinizde genelde bulamazsınız. Bana çok garip gelmiştir; o koskoca çantanın içinde nasıl böyle önemli bir şey bulunmaz:); ama genelde olmuyor arkadaş.

Son olarak geçen gün radyoda dinlediğim bir araştırmayı yazmak istiyorum. Dünyada bulunan en mikroplu yerler olarak kadın çantasının dibi ilk 5'e girmiştir. Umarım bu durumun vahimliğini anlatır. Çantanızın dibinin her zaman hijyenik olması dileğiyle :).

26 Haziran 2010 Cumartesi

Evde yalnız yaşama sorunsalı...

Ailemin yaşadığı yer ile benim üniversitemin olduğu yer çok uzak olduğundan; evde tek başıma yaşamaktayım. Bazen sorunlar yaşarım bazen kafa dinlerim bazen de tek başına yaşamak yeter derim arkadaşlarımın yanına giderim. Bir şekilde hayatıma devam ederim. Şimdi bir kaç madde ile yalnız yaşamak nasıl bir şey onu yazacağım.

1)Kalabalıklar içinde yalnızım triplerine gerek kalmaz: Çünkü zaten yalnızsınızdır. Trip yapacak kimse yoktur. O yüzden evde kendi halinizde film izlersiniz, kumanda sizdedir istediğiniz kanalı açabilirsiniz; ama başkasından kumanda alıp bir şeyleri başarmanın sevincini yaşayamadan o programı izlemenin bir anlamı kalmaz.

2)Ses denemelerini sadece duşta yapmak zorunda kalmazsınız: Sesiniz kötü ise tek başına yaşamak başlı başına daha eğlenceli hale gelir. Çünkü istediğiniz kadar bağıra bağıra şarkı söyleyip sesinizi açabilirsiniz, karaoke yapabilirsiniz ve işin en güzel yanı evde size ait mikrofon olabilecek her şey vardır. Tarak, kaşık, telefon vb. ayna karşısında istediğiniz kadar şarkıcılık oynayabilirsiniz yani (yaptığımdan söylemiyorum; yapmayanlara bir öneri sadece). Belki dışarıdan duyan biri sizi keşfeder ve daha eğlenceli işler yapabilirsiniz :).

3)Bulaşık meselesi: Bu başlı başına bir sorundur. Bulaşıkları bulaşık makinesinde toplamak gibi bir amacınız varsa, tek yaşadığınız için bulaşıklar kolay kolay birikmez ve bu yüzden de her yemekten sonra yıkamak zorunda kalırsınız.

4)Kendi kendine konuşmak: Bazen film, dizi izlerken aklınıza komik bir şey gelir. Onu yüksek sesle tekrar edip bir de üstüne gülüp egonuzu tatmin edersiniz. İlahi Özge ne kızsın ne espriler yapıyorsun gibi. Sonra kendinize şu soruyu sorarsınız; sen az önce kendi kendine mi konuştun? Bu da yüksek sesle gelen bir sorudur. Sonra da kendi kendinize sorduğunuz soruya cevap verirsiniz. Evet, ben artık insan içine çıkmalıyım ya da birine telefon açmalıyım, gidişat iyiye gitmiyor anlaşılan dersiniz.

5)Ev işleri: Tek yaşadığınız için malesef bütün ev işlerinizi kendiniz yapmak zorundasınızdır. Hiç bir arkadaşınız her zaman evi sen temizliyorsun böyle olmaz bu sefer de benden demez :) (arkadaşlarım size burada laf atmıyorum haberiniz ola). Ev işlerinde yalnız başınasınızdır. O yüzden bir gün daha kendi başınıza söylene söylene ev işi yaparsınız.

6)Sabah erken kalkmak için verilen çaba: Tek yaşadığınız için sizi sabahları kaldıracak kimse yoktur ve siz de o alarmı kapatıp 5 dk daha demeye çok müsayitsinizdir. Bu yüzden de kaçıp giden çalar saatlerden almak lazım ki her işinizi halledebilesiniz.

Bu olaylar benim yaşadıklarımdan bazıları. Buradan arkadaşlarıma beni evde genelde yalnız bırakmadıkları için teşekkürü bir borç bilirim :). Yoksa kendi kendime şarkı söyleyip, konuşuyorum çok fena :D

24 Haziran 2010 Perşembe

Sen yenisin galiba :)

Önceki yazılarımda da belirttiğim bir staja başladım. Bu da birbirini tanıyan arkadaşların arasına tek başına girmek demek. Mutlaka herkes hayatında bir kere yaşamıştır: Hiç tanımadığınız insanların arasına girmek ve onları tanımaya çalışmak... Bu okul değiştirme olur, iş değiştirme olur, kampa gitme olur v.s. Bu gün de bu konuyu işlemek istedim.

Herkesin birbirini tanıdığın; ama senin kimsenin tanımadığı bir ortama girersen ne olur? Her zaman ki gibi maddeler halinde yazıyorum.

1) İlk 4 sn içinde zaten olan olur: Okuduğum çoğu kitaba göre insanlar yeni tanışdığı kişi ile ilgili bütün önyargılarını 4 sn içinde oluşturuyor. Eeeee Einstein da ne demiş: "önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur." Bu yüzden bir ortama giriyorsak yapıcağımız şeyler güler yüzlü olmak, sempati olmak ve şık olmaktır. Bu 3 faktör kesinlikle karşı tarafa iyi bir etki bırakır.

2) Çok kibar olunur: İlk tanışma sahnesi çoğu insan asla olduğu gibi görünmez. Gerçekte çok kaba olan bir insan bile, yeni bir ortama girdiğinde melek kesilebilir. Mesela, kadınlara yol vermeyen kaba bir erkek bir anda dünyanın en centilmen insanı kesilebilir. Maksat iyi izlenim!


3) Etrafa süt dökmüş kedi gibi bakılır: Bir ortam bir sürü yabancı insan ve sen! Hiç bir şeyden haberi olmayan bir kedi yavrusu gibi. Etrafa masum gözlerle bakılır. Çünkü olaylar nasıl işler, oranın yaşam tarzı nasıl, eğlenceliler mi espriden anlıyorlar mı yoksa çok mu ciddiler? Ortam anlamaya çalışılır. Tabi o sırada da biraz sinilir. Etrafa gülücükler saçılır; ama etraftan emin olunmadığı için sinilir ve sinilir... Ancak 3 gün sonra kendine güvenle ayakta dik bir biçimde durulur ve buranın kralı benim imajı verilebilir :)


4) Yemek yeme seansı tam bir işkencedir: Bütün gün orada kalmak gerekiyorsa eğer; kimseyi tanımadığınızdan kimle yemek yiyeceğim ben? diye bir çok soru uçuşur kafada. Sonra da kendini avutma yöntemleri başlar aaaa yanımda kitap getirmiştim, gazetem var idare ederim bir şekilde olayı olabilir ve o dakikalar geçmek bilmez. Ya da sosyal davranılıp evet evet ben de size katılabilir miyim yemekte hem tanışmış oluruz denebilir? Bu tam olarak kişilikle alakalı bir konudur. Bütün yemek boyunca ya tam anlamıyla sessiz bir ortam olur ya insanlar kendi aralarında kendi bildikleri olayları konuşur ya da siz kendinizi tanıtırsınız. Bu olaylar böyle işler; eğer kendinizden bahsederseniz de tadından yenmez. Öğleden sonrası sabah yaşadığınız işkence boyutlarını yaşamamış olursunuz.

5)Yeni ortamdan ayrılış: Kendinizi bütün gün kibar olmaya ve yavru köpek gibi bakmaya alıştırdığınızdan. Gerçek hayatınıza uyum sağlamak 1 saat gibi bir süreyi alabilir. Aslında normalde alay ederek konuştuğunuz kankanıza bir anda çok kibar davranıp; o kişiyi şok içinde bırakabilirsiniz :).

Yeni ortamlarda hep yeni dostlar bulmanız dileğiyle. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


23 Haziran 2010 Çarşamba

Öğrencilik Hayatı vs İş Hayatı

Bu gün bir acı gerçekle daha karşılaştım: Öğrencilik hayatı bazen iş hayatından daha hoş olabiliyor. Benim için bile! Ben okuma-yazma öğrenince okul bitecek zanneden bir tip öğrenciliğimin bir an önce bitmesini istiyorum; fakat bu gün hayatımda ilk defa öğrenci olmanın bir yararını gördüm!!!



İlk önce başıma bugün gelen bir olayı anlatayım. Sonra da maddeler halinde bu 2 hayatı çiçeği burnunda bir stajyer olarak karşılaştıracağım.

Saati sabah 7:25'e kurmuştum. Yani dün gece en son öyleydi :). Sabah kalkıp duşumu alıp, bir güzel kahvaltımı hazırlayıp çayımı içip şirkete gidecektim; evdeki hesap her zaman ki çarşıya uymadı. Ben kalktığımda saat 8:33 idi. Duş almayı bırakın benim şirkette olmam gerekiyordu. Kurallar gereği 8:30-9:00 arasında şirkette bulunmam gerekiyordu. Acele hazırlandım ve gittim. Saat 9:03 sularında şirketteydim. Bir sorun çıkmadı :). Unutmamak lazım ilk intiba önemlidir. Öyle hemen geç kalan bir stajyer izlenimi vermek istemem. Bu yaşadığım olay bana öğrencilik hayatının aslında güzel bir hayat olduğu gerçeğini yüzüme bir tokat gibi vurdu! Bunu okuyan ve beni tanıyanlar derin nefes alın ve bir yere oturun. Çünkü hayatımda ilk defa öğrencilik hayatını öveceğim: (Bu yazıyı kalp hastaları, hamileler ve 18 yaşından küçükler okumasın lütfen :D)



Öğrencilik hayatının iş hayatına karşı olan olumlu yanlardan bir kaçı:



1) İş hayatında her iş günü sabahın köründe kalkmak zorundasınız: Bu gün tam olarak başıma gelen olay buydu. Normalde alarmı yanlış kursaydım ve geç kalacak gibi olsaydım; aman bir arkadaştan zaten not bulurum. Bu gün de derse gitmeyivereyim der ve uyumaya devam ederdim. Sonuç olarak büyüme döneminde değil miyiz? Bizim uykuya ihtiyacımız var :P ; fakat iş hayatında ne oluyor kalkmak zorundasın! Kalkamazsan iyi bir mazeret bulmak zorundasın! Bulamazsan her türlü cezaya katlanmak zorundasın! Bunlar istemli olmasa da hayatımızı devam ettirmek için yapmamız gerekenler. Sabah kalk işe git eve gel yat uyu. Şeklinde rütin bir hayat.



2) Arkadaş ortamı: Ben özellikle kampüste yaşadığımdan dolayı; istediğim an bir sürü arkadaşım oluyor kahve, çay içmeye muhabbet etmeye (popüler olduğumdan değil de öyleyim işte :P). İş hayatında durum ise biraz daha karışık. İş hayatında 3 çeşit insan vardır: Bekarlar, evli ve çocuksuzlar ve evli ve çocuklular. Şimdi bekar olanlar bekarlarla takılmak zorunda ki tek başına evde kalmak zorunda olmasınlar iş çıkışında bir şeyler yapsınlar takılsınlar, evli ve çocuksuzlar evlerine gidecek rütin bir hayata devam edecekler; ki çok büyük bir ihtimalle televizyon karşısında uyuyakalacaklar. Evli ve çocukluların durumu daha vahim; onlar bir de çocuklarının ödevlerine yardım edecekler, yemek yedirmeye çalışacaklar, uyutmaya ikna etmeye çalışıcaklar. Öğrencilikte sadece kendimizden sorumluyuz ve sıkıldığımızda yanımızda olan bir çok insan var (Üniversite arkadaşlarım size teşekkürü buradan bir borç bilirim (anlayan anladı)).



3) Fatura derdi: İş hayatı demek aileden artık ayrı takılıyorsunuz demek ve ailenize kendi ayaklarınızın üstünde olduğunuzu göstermeniz demek. Bu da ne anlama geliyor? Ödenecek bir sürü fatura! Evet, öğrencilik hayatında ekmek elden su gölden mutlu mesut yaşıyoruz. Belki belli limitler içinde yaşıyoruz ama hayatımızı yaşıyoruz ya! İş hayatında ise sorumluluklarımız artıyor; mesela fatura ödenmezse elektrik kapanır, su kapanır eeee ne yapıcaksın? Gururunu yere atıp aileni arayıp para mı isteyeceksin? Bu durum öğrencilik hayatında gurur kırıcı değildir. Çünkü bir maaşa bağlı değilizdir; amma lakin iş hayatında kendimizi idare etmek zorundayız.



4) İş hayatında hep tam not almak zorundasınız: Bu maddeyi teyzemden esinlenerek yazıyorum. Bir gün öğrencilikten yakınırken bana geldi ve şöyle dedi: "Özge derslerden tam not almayarak da geçebilirsin; ama iş hayatında hep 100 almak zorundasın". Bu gün stajda da bunu gördüm. İş hayatının hataya toleransı çok ama çok az. Eğer bir hata yaparsanız; o hatayı açıklamak zorundasınız! Öğrencilikte öyle değil. Bazen yeri geliyor 40 alarak geçiyorsunuz. Bu da acı bir gerçek sevgili öğrenci arkadaşlarım;).


5) İş hayatı demek olgun görünmek demek: Öğrenciyken her türlü çılgınlığı yapabilirsiniz. Öğrenci genç tabi derler geçer giderler. Yaptığınız rezilliği çabucak unuturlar. İş hayatında ise ne kadar çocuk ruhlu olsanız bile belli yerlerde hep olgun görünmek zorundasınız; bazen çocukluğa yer yoktur ve bir süre sonra o olgunluk kıyafeti üstünüzden çıkmamaya başlar ve bir anda kendinizi aynada çok değişmiş olarak görürsünüz. Bu yönden de öğrencilik hayatı iş hayatına malesef fark atıyor.



O yüzden de diyorum ki: Zaman geçmesin okul bitmesin! Asıl hayalim ise: Hep bahar havasında yaz tatili olsun!

22 Haziran 2010 Salı

Büyüyünce ne olcaksın yavrum?

Bu gün de gelecek hakkında yazmak istedim. Bu ara stajıma başladım. Bu da hayatımda ilk defa kimse yanımda olmadan bir iş akışını görüp olayları kendi başıma çözmeye, sorumluluklar almaya başlamak anlamına geliyor. Herkes kendi hayatının yönünü çizmiş ve bir şekilde çalışıyor şirkette ve kendi edindikleri deneyimleri kendinden küçük henüz belli olmayan insanlarla paylaşmak istiyorlar. Bu sadece benim staj yaptığım şirket için değil bütün mesleğini seçen insanlar için de geçerli.

İlkokuldan itibaren üniversiteye gidene kadar herkesin en az bir kere karşılaştığı soru: "Büyüyünce ne olcaksın, yavrum?" Bu soruya verilmek istenen cevap: "Oyuncu olucam, sanatçı olucam, yazar olucam vs. vs."; ama verilen cevap: "Ailem doktor olmamı istedi, matematik ve fen notlarım iyi olduğu için herkes mühendis ol diyor bana." Evet maalesef bu acı bir gerçek: Ülkemizde aslında çoğu insan mahalle ve aile baskısı yüzününden istemediği bölümü seçiyor. Şimdi büyüklerden yukarıdaki soruya cevap vermek üzere olan öneriler; yani çocukların bir kulağından girip diğer kulağından çıkan önerileri yazacağım:

1) Doktor ol bence: Bak ... amca'na geçen gün yurt dışına tatile gitti, villası var. Geziyor tozuyor. Güzel meslek. Hem insanlara yardım ediyorsun, hem de karşılığını alıyorsun. İnsanlar da bu meslek grubunu herkesten üstün görüyor :). Toplumda hiç önemini kaybetmeyecek meslek. Hep itibarın diğer insanlardan yüksek olur bence senin kafan da çalışıyor sen doktor olmalısın. Çocuğun kafasının üstündeki düşünce bulutu: Şimdi teyze bak ben bu bölümü kazanana kadar çok çalışmam gerekecek, sonra 6 yıl oku pretisyen ol sonra zorunlu hizmet, sonra TUS diye bunların illet bir sınavı var biliyor musun? Ona da çalışmam lazım o ... amca gibi olmak için. Oldu mu sana yaş 30. Bir de ben uykuma düşkünüm; öle nöbetmiş, acil servismiş uğraşamam. Hatta, teyze benim ezberim de iyi değildir. Yani diyeceğim o ki eksiler artılar götürüyor benden ne doktor olur ne de mühendis. Kusura bakma seni kırmak gibi olacak ama ben reklamcı olmak istiyorum :).

2) Babanın işine devam edersin: Bence babanın işiyle ilgili bir meslek oku. Çünkü hazır iş; ona devam edersin. Piyasada kendini tanıtmana gerek yok; çok şanslısın valla.Herkes senin yerinde olmak ister. Elinde böyle bir şans varken sakın tepmek. Ah ben senin yaşında ve yerinde olacaktım. Neler yapardım neler neler. Bu günlerinin değerini bil :). Demem o ki ben olsam kesin babamın mesleğini yapardım. Çocuğun kafasının üstündeki düşünce bulutu: Tamam teyze haklısın. Hazır iş; ama ben babamı her gün görüyorum. Ben onun hayatını yaşamak istemiyorum ki. Benim kendi hayatım var. Bu yüzden de bir şeyler yapacaksam kendi emeğimle yapmak istiyrum tabiki babama yardımcı olmak isterim; ama onun işi b Onun işlerine de tabiki babama yardım ederim; ama bu benim kişiliğime ters. Ben özgür ruhluyum. Ne olmak istediğimi de bu nedenden dolayı değiştiremem.

3) Sakın ... olma: Bu da en çok sevdiğim cevaplardan biridir. Mesela eczacı ya da diş hekiminden bahsederiz. Dışarıdan herkes bu meslek grubuna gıpta ile bakar; ama bir de onların dilinden dinleyin. Kesin eczacı olma. Biz bir sürü şeyle uğraşıyoruz; yapılacak meslek değil. Dışarıdan öyle göründüğüne bakma dışı seni içi beni yakıyor. Bu sadece bir örnek. Diş hekimleri de milletin ağız kokusunu çekmeye değmiyor der gibi. Meslek edinmiş hatta mesleğinde başarıya ulaşmış, belli yerlere gelmiş insanlar da hiç mesleklerinin iyi yanlarını anlatmazlar, hep şikayet ederler. Sakın olma çekilecek çile değil derler. O zaman ben de bir dağın başına geçerim yerleşirim oraya. Çünkü kimse kendi mesleğini olma diyor; bana olacak meslek kalmadı :).

Bunlar şu anda aklıma gelen bir kaç örnek. Çok daha fazlasını yaşıyoruz. Lütfen sadece anlatın; kendi düşen ağlamaz; bırakın çocuklarınız kendi kararlarını kendileri versin.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Üniversiteye bir kapağı at gerisi kolay...!

Bu cümleyi kuran büyüklere burdan içten bir seslenmedir:"Bize kötü örnek oluyorsunuz." Hani yalan söylemek kötü bir şeydi?
Efendim ben de başlıktaki cümleye kanıp üniversitenin kolay olduğunu düşünen saf gençlerden biriydim ve acı gerçeklerle tanıştım. Yok böyle bir şey. Bu yazıyı yazma amacım tam anlamıyla gelecek üniversite öğrencilerinin bu cümleye inanmaması için ve onların üniversite hakkında biraz bilgilendirmek içindir.

Üniversite ne mi? Bir kaç madde ile benim üniversite deneyimlerimi anlatayım:

1) Sınavı kazanıp üniversiteye yerleşince kendini bir şey sanma: Sanmayın. Çünkü zaten sizin bölümünüzdeki insanlar da sizin gibi sonuçlar almıştır. Hatta karşınızda öyle öğretim görevlileri vardır ki lisedeki "külyutmaz" hocalarınızı mumu bırakın karanlıkta ararsınız . Nasıl geçeceğim bu dersleri telaşı başlar. Acı bir gerçek daha: Üniversitede o girdiğiniz sınavların toplamından çok daha fazla ders çalışırsınız; hatta belki bir gecede hayatınızda toplamda ders çalıştığınız kadar çalışabilirsiniz. Denedim ve gördüm. Bunun sonucunda da ortalama bir not alabilirsiniz. Lütfen dikkatli olun arkadaşlar!


2) Aaaaaa üniversitede çimenler varmış süper burada oturur gitar çalar şarkı söylerim: Acı bir deneyimdir. O çimenleri sadece şenlikten şenliğe kullandım:). Okul zaten Eylül ayında başlıyor sonra da sınavlar, kar kış derken belki çimenleri bile göremiyorsunuz :). Bahar aylarında arada hevesleniliyor ama onad da yaaa yarın gider otururum arkadaşlarla derken üşengeçliğin verdiği etkiyle yine gidilmiyor ve genelde de niyetlenildiğinde çimenler sulanıyor.


3) Özgürüm, ailemden artık uzakta kendi kendime yaşayacağım: Hayatın acımasız gerçekleri burada da devreye giriyor. Yeme işi senin, bulaşıklar senin, çamaşır senin vb. eeee özgür kaldığın zamanlar mı daraldı bana mı öyle geldi? Üniversite demek bana göre yarı açık cezaevi demek. Haftalarca okuldan çıkamadığımı bilirim sınavlar ve projeler yüzünden. O yüzden sevgili gençler lütfen bunlara aldanmayın:).


4) Bu dönem çok çalışacağım not ortalamamı yükseltmem lazım belki yüksek lisans yaparım: Yok öyle bir dünya. İnanmayın. Hani döneme başlarsınız bir gazla;" evet evet bu dönem günü gününe çalışacağım kesin 4.00'a yakın bir ortalama yaparım. Süper de olur." dersiniz. Gerçek ise şudur: İlk hafta düzenli derslere girilir sorun yoktur. 2. hafta da derslere girilir; eğer döneme gerçekten iddialı başlandıysa 3. hafta da derslere girilir arada ders notlarına bakılır. Sonra mı? Tabiki ödevler ve projeler başlar derse gidemezsiniz. Arkadaşlar ararlar nasılsa ilk haftalar yetiştiririm deyip onlarla takılırsınız ve bir bakmışsınız sınav dönemi gelmiş çatmış. Eeee ne olucak dünyanın sonu mu geldi deyip son gece başlarsınız çalışmaya. Notlar da o sırada olan kader ,kısmet yoğunluğuna göre değişir :).

Demem o ki üniversite güzel bir kurumdur ama kapağı attıktan sonra gerisi kolay değildir. Hatta daha da zordur. Üniversite sınavına gireceklere ve üniversite okuyanlara şimdiden bol bol başarılar, şanslar ve sabırlar diliyorum. Çünkü her üniversite öğrencisinin ihtiyacı olan 3 ana maddedir bunlar :).

20 Haziran 2010 Pazar

Uçaklar ve yolcuları...

Okuduğum üniversitenin şehri ile ailemin yaşadığı şehir farklı ve uzak yerlerde olduğundan; yıl içinde tatillerde bol bol yolculuk yapıyorum. Bazıları uçakla oluyor bazıları otobüsle. Bu gün de o uçak yolculuklardan birini yaptım ve ortamı gözlemledim biraz. Bunları da diğer yazılarımda olduğu gibi kronolojik sıraya koyarak anlatacağım:

1) Güvenlik kontrolleri: Sırf bu güvenlik kontrolleri yüzünden otobüs hayatına geri dönebilirim. Cinnet geçiriyorum resmen. Çoğu botlarda bulunan bağcıklar için olan demir aparatlar bile ötüyorlar. Tamam güvenlik, bu ara kimseye güven olmaz ama daha düzenli bir sistem yapılmalı. Bunun dışında ise genelde otobüsten inilir bir itiş kakış içinde sıraya girilir. Tabi biz insanlar son dakikacı olduğumuzdan dolayı sıra bize gelene kadar ne mont çıkarırız, ne bozuk para ne saat ne kemer ne cep telefonu. İlk önce sıra bize bir gelecek sonracıma başlıyacağız üstümüzdeki bütün metal eşyaları dökmeye. Mutlaka küçücük bir bozuk para kalıntısı kalacak ve tekrardan geçmek zorunda kalacağız. Böyle derken bir bakmışız uçak saati gelmiş.

2) Bavul kilogram limiti: Bu çoğu üniversite öğrencisinin uçak yolculuklarında en temel problemlerden biridir. Anneler oğlum/kızım aç kalmasın oralarda diye dolmalar dersiniz, börekler, çörekler, pastalar vs. doldururlar bavula. Buraya dikkat çekmek istiyorum: bizim şahsi eşyalarımız değil yemek ağırlık yapmaktadır. Sonra ne mi olur? Tabi ekstra ücret ödemek zorunda kalırız. Çünkü limiti aşmışızdır. Yani demem o ki o yemek paraları yine biz öğrenci milletinin burnundan gelir :)

3) Uçağa gitmek için bekleme salonunda sıraya girmek: Bu olayda başlı başına enteresan. Şimdi uçak orada ve bizi almadan kaçmayacak bunu biliyoruz. Çünküüüüüü yüzmüşüz yüzmüşüz kuyruğuna gelmişiz, uçağın arkasından su döküp yolculayacak değiliz ya. Binme zamanı gelince kimlik kontrolünden geçip bineceğiz bir şekilde. Mızmızlanmak niye? . İnsanlar erkenden kapının önünde sıraya giriyorlar. Bir de işin ilginç yanı yer kapma durumu da yok. Kimse uçakta ayakta gitmiyor. Herkesin yeri de belli. Eeeee amca/teyze sorununuz ne oturup etrafınızı izlesenize? Nedir o ayakkabıları eskitme nedeni?

4) Uçağa yerleşmek: Şimdi uçağı 2'ye bölelim. Kanattan kokpite olan bölüm ile kanattan kuyruk kısmına kadar olan bölüm. Uçuş görevlileri de uçağa girmeden belirtir ön kapıdan ya da arka kapıdan girin diye; amma lakin biz dinlemeyiz. Uçak kaçacak ya illa bir an önce uçağa girmeliyiz. Veeeeeee zafer en arka sırada oturmam gerekirken en önden bindim. Bak bakalım kaç saatte geçebiliyorsun yerine? Bir de insanlar üst dolaba yerleşecek eşyaları ağır ağır insanlara yol vermeden yaptığından; önden en arkaya geçmek tam bir eziyet halini alıyor:

5) Uçuş anı: Bu an için belki çok şey yazılabilir; fakat ben bir noktaya değinmek istiyorum. Bebekler!. Efendim bekleme salonunda sevimli mi sevimli görünen bebekler uçağın içinde tam bir canavar dönüşüyorlar. İçlerine bir şey kaçıyor sanki. Bunun nedenini bir türlü anlamış değilim. Bunlara ek olarak bu bebeklerin uçaktaki pozisyonları şu şekilde dağılım göstermektedir; ön- arka- kanatlar. Bu 3 yerden kuşatır bizi ve uçuşu dayanılmaz hale getirir. Bence bebekli yolcuların bir arada oturturması gerekir. Belli mi olur 20 yıl sonra facebook'tan birbirlerini bulurlar :).

6) Uçaktan ayrılma: Burada da şöyle bir durum oluyor. Uçak havaalanına iner inmez durmadan insanlar; pilot ve hosteslerin ikazlarına rağmen "Müsayit yerde bırakır mısınız?" mantığı ile kemerleri hemen çıkarırlar. Burada amaç ne bilmiyorum gerçekten. Uçaktan inme anı da bekleme salonundaki gibi olur. Merdiven gelmeden ayaklanmalar vs. Sanki uçak üstümüze tapu yapacak :D.

Aslında yazacak daha çok madde var ama onu ilerleyen yazılarımda belirteceğim :). Buraya kadar okuma sabrı gösteren herkese teşekkür ederim :).

19 Haziran 2010 Cumartesi

Türk dizileri ve izleyicileri :)

Bu gün yazacağım yazı Türk dizileri üstüne olacaktır. Eskiden televizyonlarda Brezilya dizileri ve çarpık ilişkileri olurdu. Şimdi bakıyorum da Türk dizilerinin de bundan farkı kalmamış. Bana göre Türkiye'de diziler 5'e ayrılıyor:


1) Sitcom aslında sitkom olarak okunuyor: Durum komedisi demekmiş. Anladığım kadarıyla tam bir Türkçe karşılığı yok bu kelimenin. Sözlükte de şu anlam yazmakta: Tek bir mekanda geçen TV Komedi dizisi. Bu dizi türleri ülkemizde son dönemlerde fazla yaygınlaşmakta. Çoğunda bayat bayat espriler; ama senaristlerin de hakkını yememek lazım arada çok ince espriler de oluyor. Şimdi bu dizi türlerinde arkada gülme efekti (Türkçe'si bu galiba bu kelimenin) oluyor. Biz de insan olarak sürüye uyma eğiliminde olduğumuzdan; arkadaki gülme sesini duyunca başlıyoruz gülmeye :). Eminim o sırada o çekimi yapan kameraman olsun, yönetmen, yardımcıları vs. hiç biri bu espriye gülmüyordur :). Bu diziler tamamen kafa dağıtma ve zamanı hoş bir biçimde geçirme amaçlı prodüksiyonlardır. Bir de eklemek istedim bu dizilerde bir bölüm kaçırmakla hayatınızda hiç bir şey kaybetmezsiniz. Çünkü bölümlerin çoğu birbiri ile bağlantılı değildir.

2) Romanlardan alınan diziler: Son dönemlerde bir moda var. Eski büyük edebiyatçıların zamanında çok ilgi görmüş kitaplarından alınarak, genelde günümüze uyarlanarak senaryosu yazılan diziler. Mesela Aşk-ı Memnu, Hanım'ın Çiftliği vs. Bu dizilerin çoğu ne kadar günümüze uyarlasan da ana temalar ile kitabı takip etmektedir. Örnek vermek gerekirse herkes Aşk-ı Memnu dizisinin finalinin nasıl olacağını biliyor; ama hâlâ pür dikkat izliyoruz. Bana çok garip geliyor. Bir de bu dizilerin başka bir özelliği var; o da en önemli anda diziyi bitirmeleri. 20 dk'lık bir izlemeden sonra 8 dk reklam arası olur. Sonra da dizide bir karakterinin ağzının bir karış açık halde şaşmış kalmış olduğunu görürüz ve bir anda sponsorların amblemleri başlar. Aaaaa ne olmuşşş dizi bitmiş. İşin yoksa bir hafta daha bekle:). Tabi o arada kanallarda ara ara yeni bölümün özeti görünür; anammm bu bölümde baya şeyler olacak deriz. Halbuki hiç bir şey olmaz; o şaşırtıcı şeyler ya rüyadır, ya kafada böyle olursa böyle olur şeklinde geleceği gören senaryodur, ya da değişik yerlerdeki konuşmaların montajlanmış halidir. Yani söylemem o ki fazla da kanmamak lazım böyle şeylere :).

3) Yabancı dizilerin Türk'leştirilmesi: Efendim bu benim için en garip olan dizi türüdür. Neden mi? Farklı bir kültürün dizisini alıyoruz ve kendi memleketimizde uyarlamaya çalışıyoruz. Buna en güzel örnekler Doktorlar ve Kavak Yelleri. Genelde yabancı dizilerde çok çarpık ilişkiler olur. Bunların dışında Doktorlar'ı örnek vereyim; yurt dışındaki orjinal hali Grey's Anatomy, bu dizinin çekildiği ülkede teknoloji çok geliştiğinden ve daha büyük paralar döndüğünden, bir sürü efekt görebiliyoruz. Türkiye'de ise çok sade kalıyor. Bence çoğu da başarısız. Genelde yabancı diziyi bilip Türkiye'deki halini görünce hayal kırıklığına uğruyorum.

4) Bir yere özgü diziler: Bu dizilerde de konsept şudur:
1) Bir şehir bulunur.
2) Bulunan şehirde manzarası muhteşem olan iki konak bulunur.
3) Dizide genelde iki zengin aile bulunur; ama kesin bir tane zengin aile vardır.
4) O zengin ailelerden birinin çocuğu ya düşman zengin aileden biriyle evlenmek ister, ya yabancı biriyle, ya da onaylanmayan biriyle evlenmek ister.
5) Ve macera başlar...
Bu dizi türü hakkında başka diyecek bir şey bulamıyorum açıkcası :).

5) Polisiye Türk dizileri: Bu dizilerde de mutlaka bir mafya bulunur. Mafya ya iyidir ya kötüdür. Artık o senaristin bakışına bağlı. Biz de çok tutan bir dizi türüdür. Bu diziler çıktıktan sonra genelde başrol oyuncusuna benzeme isteği güdülür; ve özellikle çocuklarda silah kullanma hevesi başlar. Topluma ne kadar yararlı bilemiyorum tabi.

Benim Türk dizilerine bakış açım budur. Bana katılırsınız ya da katılmazsınız bilemem ama; bence Türkiye'nin daha orijinal fikirlere ihtiyacı var :).

18 Haziran 2010 Cuma

Kuaförler: Neşeli insanlar

Beni tanıyanlar bilir. Kuaförlerden hiç hoşlanmam. Gitmeyi elimden geldiğince ertelemeye çalışırım ta kiiii saçlarım süpürge gibi olmaya başlayana kadar :). Bu gün annem yine o nefret ettiğim cümleyi söyledi : "Özge'cim hadi kuaföre git bu gün saçlarına gölge attır."Mırın kırın etmeme rağmen annemin o Shrek'teki Çizmeli Kedi bakışlarına dayanamayaraktan ağır ama emin adımlarla kuaföre gittim.

Bir de sabahın erken saatleriydi; annem bana merak etme sıra falan olmaz bu saatte kimse kuaföre gitmez demişti; ama tehlikenin farkında değildi. Malum yaz dönemindeyiz, düğün, nişan ve sünnet gibi kutlamalar revaçta. Bu ara kuaför kalabalık olmayacak da hangi meslek grubunun yeri kalabalık olacak? Neyse gittim oraya. Bir şok içinde yer bulamadım. Allah'tan kuaför beni tanıyordu hemen aldı. Çünkü biliyor sabırsız bir tipim hemen kaçabilirim oradan :). Efendim kuaförlerde bulunan tipik özellikleri gözlemledim bu gün. Bir kaç tanesini buraya yazmak istedim:

1) Genelde erkeklerdir. Nedenini bilmiyorum. Bu saçlarla ilgilenen kadınlar değil midir? Saçı uzun olanlar, boyatanlar, fön çektirenler kadınlar değil midir? O zaman neden kuaförler genelde erkek? Bu gün gittiğim yerde en az 5 erkek kuaför bir tane de kadın yardımcıları vardı. Bana çok ilginç geldi. Bence araştırmaya değer bir konu.

2) Kuaförler kendilerini müşterilerle muhabbet etmek zorunda gibi hissediyorlar. Ya da canları çok sıkılıyor. Dedikodu yapmaya malzeme arıyorlar. Halbuki bir kız/kadın için çok zor bir şey. Çünkü saçta bigudiler, saçma sapan şeylerle bir erkek onunla ilgileniyor. Aslında hiç kimseye görünmek istenmeyecek bir şekilde. Bazı müşteriler de bayılır kuaförlerle konuşmaya :). Onlar da dedikodu yapmaya adam arıyorlardır zaten :).

3) Asla ama asla istenilen uzunlukta saç kesmezler. Hep az kes üzülüyorum demenize rağmen istenilenden fazla saç keserler. 10 saç kestirişimin 10'unda da mutsuz ayrıldım. İstatistiksel bilgiler kesinlikle doğrudur. Kuaförler ellerini hep bol tutuyorlar. Kendilerine nasıl güzel görünüyorsa öyle yapıyorlar.

4) Tiplerine gelince bu gün gördüğüm tiplerin %90'ının saçları jöleli ve siyah gömlek ya da t-shirtlülerdi. Bir de mutlaka kulaklarında küpe bulunur bu iş kolunun. Bir de çoğunda dövme bulunmaktadır.

5) Bu arkadaşların çok iyi kulakları vardır. Tahminimce metrelerce uzaklıktaki bir fısıldaşmayı bile rahatlıkla anlayabilirler. Çünkü o kadar saç kurutma makinesinin arasında rahatlıkla iletişim kurabiliyorlar. Halbuki bana o gürültüde bir soru sorduğunda ben anlayamıyorum. Bana çok şaşırtıcı geldi.

Her şeye rağmen bu meslek grubuna çok saygım var. Kendileri hep hayatımızda kalsınlar. Çünkü çok eğlenceli kişilikler :)))

17 Haziran 2010 Perşembe

Tek Çocuk Sendromu...Brrrr!!!

Ben tek çocuğum arkadaş. Ne kardeşim var ne ablam ne de abim (Kardeşim olarak gördüğüm kuzenlerim ayrı tabi). Bu yüzden de herkes bir bakar senin kardeşin var mı? Ben yok derim. Kafasının üstünde göremediğim düşünce bulutları şöyle der (Şimdiden böyle demeyen varsa özür dilerim tamamen bir gözlem sonucunda vardım bu kanıya): Bu kızın kardeşi falan yoksa tek çocuksa kesin şımarıktır. Ben bunla fazla konuşmayayım, her istediğinin yapılmasına alışkındır. Eğer yapmazsam yaygara çıkarır. Uzak durmak en iyisi. Dış ses ise şöyle der: Aaaa ne güzel :) Odanı paylaşmak zorunda kalmadın demek ki... Böylece bir önyargıyla başlanır konuşmalara... Sonrası mı yaşadıklarımdan söyleyeyim bana gelen tepkiler sen aslında hiç tek çocuklar gibi değilsindir... Neden mi şımarıklık yapmamışımdır çünkü; ama bilmedikleri bir şey var aslında ben de "Tek Çocuk Sendromu" denen o durumu yaşamışımdır.
Yıllar önce bir kitapçıda gezerken gözüm bir kitaba takıldı. Kitabın ismi yukarıdaki resimde gördüğünüz gibi Tek Çocuk Sendromu. İlginç bir şeye benziyor dedim. Belki bana yol gösterir dedim aldım ve başladım okumaya. Okumaz olaydım. Meğer tek çocuk olmak ne kadar nalet bir şeymiş: Tek çocuklar şımarıktır, tek çocuklar yalnızdır, tek çocuklar iç çekişme yaşar, tek çocuklar içine kapanıktır, özgüvenleri yoktu bla bla bla... Moralim bozuldu. Ben neymişim meğersem dedim ve kitabı yarısına gelmeden bıraktım. Sadece kitabın arkasında bulunan 3 maddeyi aktarmak istiyorum:
Tek çocuklar:
1) Anababaları için her şey olduklarını hissediyorlar. Tüm sorumlulukları ve suçlamaları onlar göğüslemek zorundalar. İçlerinden biri "Bu ömür boyu sürecek bir mahkumiyet" dedi.
2) Sosyal olarak çok genç yaşlarda olgunluğa kavuşmalarına rağmen duygusal olarak inanılmaz derecede gelişememişler. Tek çocuklardan biri "Elli yaşındayım ve hala ergenliğimi bekliyorum" dedi.
3) En sevdikleri insanın yanında bile olsalar daima "yalnızlık" hissediyorlar, bu da onların zor birer eş olmalarına neden oluyor.
Sadece bu arkadaki kısa özeti okumak bile tek çocuk olan ben için depresyon sebebi.
Efendim ben çalışan anne ve babanın bir tanecik çocuğuyum. 2. sınıftan itibaren her gün evin anahtarını yanımda taşıdım. O kadar ki kapının kilidini açmaya gücüm yetmezdi de apartman görevlisinin yardımını isterdim. Siz düşünün yaşadıklarımı :). Gelelim benim tek çocuk olarak tek çocuklarda bulunduğunu düşündüğüm ortak özelliklere:
1) Kavga etmeyi bilmezler. Tabi istisna durumlar olabilir. Kuzenlerle büyüdüyse falan kardeş gibi durumdur. Ben mesela hayatım boyunca kavga etmedim, etmekten de hep korktum. Çünkü böyle bir deneyimim yok. Bu yüzden lütfen kavga etmeden önce tek çocuk musun diye sorun ve tek çocuksa gidin kendi denginizi bulun :)
2) Mutfaktaki işlerine yarayacak bütün teknolojik aletleri kullanmayı bilirler. Çalışan anne-babanın çocuğu olarak. Mikrodalga fırın konusunda uzman olduğumu söyleyebilirim. Mikrodalga fırın kullanmak benim gözümde yemek yapmakla aynı anlama gelmektedir.
3) Evde hem büyük hem de küçük çocuk olduğu için ve yalnız olduğu için ekmek, gazete gibi ihtiyaçlar onların sayesinde karşılanır. Çünkü bakkala ya da markete gönderilecek başka kimse yoktur. Bu sorunu yıllar boyunca çektim.
4) Bir yaramazlık yapsalar suçu üstüne atacak başka kimse yoktur. Hiç bir şey saklayamazlar. Bu yüzden de tek çocuk yalan söylemeyi bilmez.
Bunlar şimdilik aklıma gelenler. Belki ileride eklemeler yaparım :)

16 Haziran 2010 Çarşamba

Her yaz olan sorun: Sivrisinekler...



1 yıl haricinde hayatımın her yazında hatta her baharında sivrisineklerden çektim. O dediğim istisna olan 1 yıl da Amerika'da geçirdiğim yaz. Çünkü buz pistinde çalışıyordum ve oraya sivrisineğin uğraması imkansızdı :). Ben bile kalın kalın kazaklar giyerken hayvanın kürk giyecek hali yok ya yazın ortasında :). Bir de bulunduğum yer Gatlinburg diye bir şehirdi; oralarda meşhur boz ayıları vardı. Şekil A-1 bakınız aşağıda bulunan resim. Herhalde bu hayvanlar da insan yiyemediklerinden kendilerini sivrisineklere verdiler :) O yüzden de o bölgede sivrisinek denen bir canlı türü yoktu. Bunlar benim Gatlinburg'de bulunmayan sivrisineklerle ilgili 2 argümanım.

Bu arada merak edenler için söyleyeyim bu boz ayıları ben de ellerini kollarını sallarken rahat rahat yürürken gördüm. Kendileri de aslında insanlardan korkuyorlar. Karşılıklı korkuyoruz yani :). Yine de görünce kaçmak lazım. Maceraperestliğin bir anlamı yok. :)

Dünya üzerinde sivrisineklerden boz ayıya kadar uzanan ilk yazı insan benimdir herhalde :). Gelgelelim şu küçük canlılara. Dün gece mutlu mesut yatağımda yatarken ve internette sörf yaparken kendisinin o irite eden sesini duydum: "Vızzzzzz" . Böyle rahatsız edici bir ses olamaz; o değil uyutmuyo da o küçücük şey. Ben sivrisinekle insan arasındaki ilişkiyi, Dünya ile insan arasındaki ilişkiye benzetiyorum. Hatta küçücük sivrisineğin insandan fazlası var. Sivrisinek bir hareketle kendi dünyası olan insanı yerinden oynatıp rahatsız edebilirken, biz insanlar sadece küresel iklim değişikliğine sebep oluyoruz hoş Dünya'yı da yerinden oynatmamız yakındır...


Bu Sivrisineklerin vızıltısından kurtulmak için bir çok fikir geliştirdim kendimce. Bir kaç tanesini burada paylaşmak istedim:


1) Bu küçük canlıların amacı kan emmek değil mi?. Üşenmedim sivrisinekler hakkında yazı okudum. Kendileri aslında kan olmadan da yaşayabiliyorlarmış. Sadece dişileri kan emiyor, onun nedeni de türünü devam ettirebilme isteği. Yani biz aslında çok mübarek bir iş yapıyoruz. Sivrisineklerin soyu insanlar sayesinde tükenmiyor. Bu bilgiyi öğrendikten sonra geceleri daha rahat uyuyorum :P. Neyse benim sunduğum çözüme gelelim... Madem kan istiyorlar biz de bükemediğin eli öpmek hesabı yatağımızın baş ucuna bir kaç damla kan koyalım. Bizi rahat bıraksınlar oradan alsınlar alcakları kanı. Biz de ertesi gün boşu boşuna kaşınmayalım, kızarmayalım... Hatta o kadar iddialıyım ki sivrisineklerin en sevdiği kan grubundan kan koyarım o derece :)



2)2. çözümüm ise biraz daha vahşice. Korkutma yöntemi. Hani derler ya şunlardan bir kaçını sallandıracaksın Taksim Meyda'nında bak daha yapıyorlar mı? Eee o zaman ben de şöyle düşündüm. Madem daha yapmayacaklar. Bir kaç sivrisineğin canına yanlışlıkla kıyıp (!) onları odamın belli yerlerinde sallandırayım ki... Korksunlar giremesinler odaya. Bana yanaşamasınlar. :)



Bunlar benim sunduğum çözümler. Aklına böcek ilacı kullanmak dışında daha yaratıcı çözümler gelirse paylaşsınlar. Ben de deneyeyim :) Sonra tutarsa fikrin patentini alıp pazarlayalım :D

ps: Bu arada edindiğim bir bilgiyi daha eklemek istedim. Sivrisinekler virüs taşıyamıyorlarmış; Bu yüzden de AIDS gibi virüsler sivrisineklerden geçemez.

15 Haziran 2010 Salı

Tesla'nın Kutusu



Bu hafta memlekette evde takılıyorum. Çoğu arkadaşım da henüz bu taraflara gelmediğinden kendimi oyalayacak şeyler yapıyorum... Uzun zamandır finallerdi, proje teslimleriydi, ödevlerdi, şenlikti,konserlerdi vs. derken kitap okuyamıyordum. Geçen gün Via Port'da dolanırken her zaman ki gibi bir arkadaşımın gazıyla D&R'a girdim. Bütün parasını kitaplara yatıran ben yine dayanamadım veeee "aaaaa Tesla'nın Kutusu diye bir kitap varmış... Enteresan bir şeye benziyor... Oooooo hem de %20 indirime girmiş" diyerekten kitabı satın aldım. Arkadaşım ise hiç bir şey almadan çıktı... Benim mantığım alın verin ekonomiye can verin olduğundan dolayı hemencecik satın aldım (burada masum gülümseme düşünün). Kitap dünyasına ciddi anlamda can verdiğimi düşünüyorum :) Benim nasıl bu kadar zayıf olduğumu soran insanlara buradan çok içten bir yanıtımdır: "Sevgili arkadaşlarım ben zayıfım çünkü yemeğe para harcamıyorum... Bütün paramı kitaplara, filmlere ve İstanbul T-shirtlerine harcıyorum. Geriye kalan bozukluklarla da otomatlardan sıcak çikolata alıyorum!!!"


Çok dağıldım galiba :) Gelgelelim asıl konumuza: Tesla'nın Kutusu. Bilmeyenler için söylüyorum Nikola Tesla kökeni Sırp olan bu dünyada yaşamış, nefes almış- vermiş, yemek yemiş hatta su içmiş olan en zeki bilim adamlarından biridir. Thomas Alva Edison'un yanına binbir zorlukla gitmiş, alternatif akımı bulduğunu söylemiştir... Edison ise umursamamış senin alternatif akımın benim ampüllerimde çalışmaz demiştir. Evet doğru okudunuz Nikola Tesla bizim şu an kullandığımız alternatif akımın yani elektriğin babasıdır :). Bu kitapta da onun yalnız geçen hayatından kesitler sunulmuş ve bir roman haline getirilmiş. Kitap gayet akıcı bir üslup kullanılarak anlatılmış ve çevrilmiş. Nikola Tesla'nın hayatıyla ilgilenen arkadaşlara kesinlikle okumalarını tavsiye ederim. Tesla'nın hayatı aslında tam bir gizem gibi görünüyor. Son yıllarını bir otel odasında yalnız olarak geçirmiştir ve en sonunda ölü bulunmuştur. Çalışmalarına ait hiç bir belge odasında bulunamamıştır. O yüzden de ölümü de yaşamı gibi bir gizem perdesidir. Bazı efsanelere göre ise Tesla ışınlanmayı bulmuştur ve bulduğu şeylerin çoğu hala tam olarak açıklanamamıştır. Bu yüzden de hayatı araştırmaya değer bilim adamlarından biridir gözümde ve işin ilginci bizim hiç bir kitabımızda bu zeki bilim adamı ile ilgili hiç bir bilginin olmamasıdır... Düşündürücü...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Tatilllll :)



Tatil: Herhalde her öğrencinin en sevdiği sözcüktür. Kutsaldır... Önemlidir... Yaşanasıdır...



Sabancı Üniversitesi'nde bir yılımı daha bitirdim. Final dönemi mi? Evet var öyle bir dönem... Bu dönem 6 ders alıyordum ve o 6 dersi bir haftaya sıkıştırmayı başaran okulumu burdan bir kez daha tebrik ediyorum :) Sayesinde tatilime koskoca bir hafta sayı ile tam tamına 7 gün erken başladım... Finaller mi nasıl geçti? Dışı sizi içi beni yakar... Zamanında bir şaire sormuşlar: Ankara'nın nesini seversiniz? Şair şöyle cevap vermiş: İstanbul'a dönüşünü :)) Herhalde benim de finallerin en sevdiğim yanı ucunda tatil olmasıdır. Yoksa çekilecek çile dert değil. Hele bir de 2012'de kıyamet kopacak söylentileri yok mu? İnsan bir arada bir derede kalıyor. Sınavlara çalışsam mı değer mi diye. Geçen haftasonu tam finale çalışmaya başlayacağım: Televizyondan bir ses 2012'de kıyamet kopacak mı diye? Elimde defter, kitap merakla o sorunun cevabını bekliyorum; umut fakirin ekmeği hesabı ya kopacaksa şimdi niye çalışayım diye? Ve merak edilen sorunun cevabı geliyor... 2012'de kıyamet kopmayacakmış. Mutsuz bir halde başlıyorum çalışmaya... VEEEEEEEEEEEEE FİNALLER BİTER TATİL BAŞLAR....



Yaptığım tatillere göre bir liste çıkardım. Tatilde yapılacaklar listesi:


1)Uyumak


2)Uyumak


3)Uyumak


4)İndirilen filmleri izlemek


5)Uyumak


6)Kitap okumak


7)Uyumak


8)Umarsızca televizyon izlemek


9)Uyumak


10) Artık tatilde olan arkadaşları arayıp buluşmak


11)Uyumak


12)Blog açmak


13)Bloga yazı yazmak


14)Facebook'ta takılmak


15)Msn'de takılmak


16)Uyumak


Şimdilik listem bu kadar belki yakında bunlar dışında bir şeyler yapmış olursam eklerim :)))


Okuyan okumayan herkese teşekkürler... Okumayana teşekkür yok vazgeçtim zaten okumadığı için burayı göremeyecek :P