Bu da benim kuralım olsun. Benim yazılarımı okurken sigara içmek yasaktır. Uymayanlar bana e-posta atsınlar onlara hesabımı vereceğim 62 TL havale etsinler sonra ben makbuzu yollarım. Hiç acımam! Biliyorsunuz son 2 yılda aşırı derecede sigarayı karalama kampanyası yürütülmekte. Sigara içen insanlara artık ikinci sınıf insan muamelesi yapılmakta. Ben bu durumdan rahatsız mıyım? Tabiki hayır. Çünkü sigara kullanmıyorum; ama bazı sigara içip de rahatsız olan insanların canına tak edip sigarayı bıraktıkları oluyor. Çok nadir de olsa bu yasaklar bir işe yaradı. Karşınızda maddelerle sigara ve insanlar:
1) Paket taşıyanlar: Diğer ismiyle sigara tiryakileri. Bu tipler genelde günde en az bir paket tüketerek havayı biraz daha kirletirler. Sigaraya verdikleri parayı bırakıyorum; çakmağa verdikleri para belki sigaraya verdiklerinden çok daha fazladır. Günde bir tane çakmak kaybeden bu tiryakiler genelde sigara paketi taşıyan insana gidip ateş isterler. O çakmakların nereye gittiği meçhuldur... Bana kalırsa çakmak üreten şirketler pusuya yatıp bu kaybolan çakmakları bulup gaz doldurup tekrar satıyorlar. Yoksa bu kadar kaybolan çakmağı nasıl açıklayabiliriz? Paket taşıyanların bir diğer özelliği ise çok büyük yetenek olan sigara dumanını içeri çektikten sonra havaya daireler halinde üflemek! Evet, eğer sigara tiryakisi değilim ama ben de yapıyorum diyorsanız ya çok yeteneklisiniz ya da sigara tiryakisi olduğunuzdan haberiniz yok...
2) Paket taşımayanlar: Bunlara ben gizli içici demekteyim. Çünkü, paket taşımazlar genelde kahve ya da alkollü içkiye içerler. "Aaaa sen sigara mı içiyorsun" diyenlere, "Hayır, sadece kahveyle içiyorum ortamdan ortama" diyerek cevap verirler. Bir de bu açıklama yetmezmiş gibi "merak etme ben tiryaki değilim içime bile çekmiyorum" derler. Bu tipler daha ekonomik sigara içicilerdir çünkü "otlakçı"lardır. Paket taşımadıkları için en yakında paket taşıyan insanı gözüne kestirir ve 1 dal sigara isterler. Yani sigara zevkini bedavaya getirirler. Anlayacağınız o ki zeki insanlardır... Bir kaç tane böyle arkadaş edininiz...
3) Sosyalleşme aracı olarak kullananlar: Benim gözümle çok kısa zamanda tiryaki olacak tiplerdir. Çünkü, sosyalleşme aracı olarak kullanırlar ve eğer sevdiği bir arkadaşı sigara kullanıyorsa bu yüzden o kişi de başlar. İlk başlarda ders aralarında, yemeklerden sonra içmeye başlanır. Tiryaki olunmadığı iddia edilirken bir anda bu tipler kendilerini sigarasız yaşayamazken bulurlar. O yüzden bu tiplerdenseniz dikkatli olunuz...
4) Bırakmaya çalışanlar: Yaptıkları mantıksızlığın yani havaya para üflemenin gereksiz olduğunun farkına varanlardır. Zararın neresinden dönülse kardır diyerekten bu bağımlılıktan kurtulmaya çalışırlar. Sigarayı bırakmaya çalışırken kendilerine olan saygıları gidebilir, nasıl başlamışım ben diyerekten. Çok gergin olurlar, durmadan sakız çiğnerler, el alışkanlığı yüzünden çubuk kraker gibi şeylere saldırabilirler. Sigarayı bırakan bir arkadaşınız varsa ona karşı dikkatli olunuz. Hatta bırakana kadar etrafında bile dolaşmayınız... Bu tipler bence kendini belli etmeli ve üstlerine "Sigarayı bırakıyorum ateşle yaklaşmayın" yazılı tabelalar asmalıdırlar.
5) Pasif içiciler: Bildiğiniz gibi pasif içiciler sigara içenlerin dışarıya üflediği dumanla birlikte sigaranın zararlarından içmeden nasibini alan insanlardır. Pasif içicilerin etrafındaki çoğu insan sigara içiyorsa, belli etmeden bu insan da nikotine karşı bağımlılık kazanabilir. Mesela bu tiplerden "Abi bir sigara yaksana, ben de havayı çekeyim. Nikotine ihtiyacım var..." diyenler çıkabilir. Yani bu sigara içme zevkini (!) en az ve en ucuza getiren ekonomik insanlardandır; ama yine de sigara içiyorsanız dumanınızı bu insanlardan uzak tutunuz...
Sigara içenlere sesleniyorum; "öyle yasakmış peh! , ikinci sınıf insan mıyız biz" demeyin! Sigara içeni var içmeyeni var! Yaşasın dumansız hava sahası!
Çok zor bir şey istemiyorum senden. Sadece gülümse. Yapacağın şey Newton'un bulduğu yerçekimi kuvvetini unutup dudak kıvrımlarını yukarı doğru kaldırmak :) emin ol zor değil :)
29 Eylül 2010 Çarşamba
22 Eylül 2010 Çarşamba
Strestendir...
Son dönemlerde çok fazla duyduğumuz bir kelime hatta cümle "strestendir." Stres kelimesi yoğun olarak hayatımızda son 15 yıldır var diye tahmin ediyorum. Bu kelime dilimize o kadar yerleşti ki bulunmadan önce bu boşluk nasıl kapatılıyordu merak ediyorum. Ekonomik kriz, Ergenekon, parti kapatmalar, referandum derken Türkiye'de herkesin gerginliği arttı. İnsanlar patlamaya hazır bomba gibiler. Bu hazır bomba durumuna da günah keçisi bir kelime bulmuşlar "STRES." Öyle bir duruma geldik ki artık herşeyin başı sağlık değil stres, çünkü hastalıklara bile "strestendir" deniyor. Maddelerle modern çağın hastalığı stres:
1) SÖ(Stresten Önce): Bence stres insan davranış tarihinin bir miladıdır. Yoksa hemen hemen her insan davranışını nasıl açıklayabilirdiniz? Çok duymuşsunuzdur: "Tırnaklarını yiyor, birşey yok strestendir" ,"Karnı ağrıyor, midesi bulanıyor, sınavı var ya ona stres yapıyordur. Birşeyciği yok." Bu yüzden de ben diyorum ki insanlık davranış tarihi stresten önce (sö) ve stresten sonra (ss) olmak üzere 2'ye ayrılıyor. Stresten önce insanlar rahat rahat yaşıyorlar; çünkü medeniyet fazla yoktu; ama stresten sonra modern hayatın ve rekabetin artmasıyla az zamanda çok iş yapma mantığı ile insanlarda ülser, kronik baş ağrıları gibi rahatsızlıklar ortaya çıktı. Başta da dedim ya günah keçisi işte strese bağlıyorlar bunları. Bir yandan da eklemek istedim, araştırmalara göre biraz olsun stres, insanı dinç tutuyormuş abartmamak kaydıyla tabiki... Yani herşeyin fazlası olduğu gibi hiç olmaması da zarar...
2) Yeni bir sektör: Stres kelimesi "Modern çağın hastalığı" adı altında yaygınlaşmaya başlayınca bazı zeki girişimciler (!) de insanları nasıl kandırsak da köşeyi dönsek düşüncesiyle; bir takım yararının hala ne olduğu anlaşılmamış ürünler piyasaya sürdüler. Bunlardan birisi de stres bileziği denilen, şimdi bedava verseniz hatta üstüne para bile verseniz takmayacağım bir üründür. "Ama ama ben de işe yaradı." Diyenlere bir kötü bir haberim var: aslında işe yaramadı, siz yaradığını düşünüp kendi kendinizi rahatlattınız. Buna "Placebo Etkisi" denir, Türkçe ismini araştırmama rağmen bulamadığım için böyle yazmak durumunda kaldım. Placebo Etkisi, insanın kendi kendini kandırmasıdır bence. Mesela bazı psikiyatrislerin "Bu seni rahatlatır" diyerek verdikleri ilaç aslında vitamindir; ama siz onun rahatlatıcı olduğuna o kadar inanmışsınızdır ki; almaya başladıktan sonra stresiniz azalmaya başlar. Buradan da anlaşılacağı gibi herşey kafada bitiyor...
Bir de stres topları vardır ki, bunlar insanı daha da strese sokar. Topu sıkıyorsunuz yine eski haline geliyor. Bu yüzden de insan kendini topa karşı ezik hissediyor ve daha da strese giriyor. "Ben bir topun şeklini bile değiştiremiyorum. O bile beni sallamıyor" diyerekten depresyona ağır ama bir o kadar da emin adımlarla yaklaşıyor.
3) Çağın hastalığı: Strese modern çağın hastalığı gibi bir sıfat taktılar. Bu yüzden de bazı meslek grupları pik yaptı. Bu meslek grupları da tahmin edebileceğiniz gibi psikologlar ve psikiyatrisler. Hatırlarsınız birisine olumsuz birşey olduğunda nazardır nazar nidalarıyla hacı-hocaya götürüp kurşun döktürürlerdi. Şimdi psikologa götürmek isteseniz akla bir soru hiç çıkmamacasına yerleşiyor "Ben deli miyim?" Deli olmadığına ve gerçekten ihtiyacı olduğunu anladıktan sonra, insanlar gizliden gizliye gidiyorlar ve iyileştikten sonra kendileri ile barışık olduklarından bu olayı da rahatlıkla dile getirebiliyorlar. Hatta o kadar da dobra olabiliyorlar ki... "Ay şekerim benim psikologum ne dedi biliyor musun? Psikologa gidenden değil gitmeyenlerden korkuyorlarmış. Bence sen de git. Ben çok memnun kaldım." Böyle böyle ikna ederekten çağın hastalığından kurtulmak için insanlar belli yerlere giderler ve dertlerini anlatıp rahatlar. O zaman şöyle bir soru soruyorum: "Dost kavramı diye bir olay vardı ona ne oldu?"
Yukarıda da belirttiğim gibi stres insan davranışının miladır; belki doktora giderek rahatlayabilirsiniz ama unutmayın herşey paylaşılarak rahatlanır ve bu insanların doktor yerine dost olmasını tercih edin. Gerçek dostlardan bahsediyorum tabiki...
1) SÖ(Stresten Önce): Bence stres insan davranış tarihinin bir miladıdır. Yoksa hemen hemen her insan davranışını nasıl açıklayabilirdiniz? Çok duymuşsunuzdur: "Tırnaklarını yiyor, birşey yok strestendir" ,"Karnı ağrıyor, midesi bulanıyor, sınavı var ya ona stres yapıyordur. Birşeyciği yok." Bu yüzden de ben diyorum ki insanlık davranış tarihi stresten önce (sö) ve stresten sonra (ss) olmak üzere 2'ye ayrılıyor. Stresten önce insanlar rahat rahat yaşıyorlar; çünkü medeniyet fazla yoktu; ama stresten sonra modern hayatın ve rekabetin artmasıyla az zamanda çok iş yapma mantığı ile insanlarda ülser, kronik baş ağrıları gibi rahatsızlıklar ortaya çıktı. Başta da dedim ya günah keçisi işte strese bağlıyorlar bunları. Bir yandan da eklemek istedim, araştırmalara göre biraz olsun stres, insanı dinç tutuyormuş abartmamak kaydıyla tabiki... Yani herşeyin fazlası olduğu gibi hiç olmaması da zarar...
2) Yeni bir sektör: Stres kelimesi "Modern çağın hastalığı" adı altında yaygınlaşmaya başlayınca bazı zeki girişimciler (!) de insanları nasıl kandırsak da köşeyi dönsek düşüncesiyle; bir takım yararının hala ne olduğu anlaşılmamış ürünler piyasaya sürdüler. Bunlardan birisi de stres bileziği denilen, şimdi bedava verseniz hatta üstüne para bile verseniz takmayacağım bir üründür. "Ama ama ben de işe yaradı." Diyenlere bir kötü bir haberim var: aslında işe yaramadı, siz yaradığını düşünüp kendi kendinizi rahatlattınız. Buna "Placebo Etkisi" denir, Türkçe ismini araştırmama rağmen bulamadığım için böyle yazmak durumunda kaldım. Placebo Etkisi, insanın kendi kendini kandırmasıdır bence. Mesela bazı psikiyatrislerin "Bu seni rahatlatır" diyerek verdikleri ilaç aslında vitamindir; ama siz onun rahatlatıcı olduğuna o kadar inanmışsınızdır ki; almaya başladıktan sonra stresiniz azalmaya başlar. Buradan da anlaşılacağı gibi herşey kafada bitiyor...
Bir de stres topları vardır ki, bunlar insanı daha da strese sokar. Topu sıkıyorsunuz yine eski haline geliyor. Bu yüzden de insan kendini topa karşı ezik hissediyor ve daha da strese giriyor. "Ben bir topun şeklini bile değiştiremiyorum. O bile beni sallamıyor" diyerekten depresyona ağır ama bir o kadar da emin adımlarla yaklaşıyor.
3) Çağın hastalığı: Strese modern çağın hastalığı gibi bir sıfat taktılar. Bu yüzden de bazı meslek grupları pik yaptı. Bu meslek grupları da tahmin edebileceğiniz gibi psikologlar ve psikiyatrisler. Hatırlarsınız birisine olumsuz birşey olduğunda nazardır nazar nidalarıyla hacı-hocaya götürüp kurşun döktürürlerdi. Şimdi psikologa götürmek isteseniz akla bir soru hiç çıkmamacasına yerleşiyor "Ben deli miyim?" Deli olmadığına ve gerçekten ihtiyacı olduğunu anladıktan sonra, insanlar gizliden gizliye gidiyorlar ve iyileştikten sonra kendileri ile barışık olduklarından bu olayı da rahatlıkla dile getirebiliyorlar. Hatta o kadar da dobra olabiliyorlar ki... "Ay şekerim benim psikologum ne dedi biliyor musun? Psikologa gidenden değil gitmeyenlerden korkuyorlarmış. Bence sen de git. Ben çok memnun kaldım." Böyle böyle ikna ederekten çağın hastalığından kurtulmak için insanlar belli yerlere giderler ve dertlerini anlatıp rahatlar. O zaman şöyle bir soru soruyorum: "Dost kavramı diye bir olay vardı ona ne oldu?"
Yukarıda da belirttiğim gibi stres insan davranışının miladır; belki doktora giderek rahatlayabilirsiniz ama unutmayın herşey paylaşılarak rahatlanır ve bu insanların doktor yerine dost olmasını tercih edin. Gerçek dostlardan bahsediyorum tabiki...
19 Eylül 2010 Pazar
Türkiye'de trafik neden sıkışır?
Bu soruyu görür görmez aklınıza birkaç tane cevap gelmiştir. Muhtemelen ben de o cevaplardan bazılarını buraya yazacağım; fakat güldürürken düşündürerek. Geçtiğimiz günlerde İstanbul'a geldim. Biliyorsunuz İstanbul'da bir yerden başka bir yere ulaşmak işkencedir. Hele de gitmek istediğiniz yere ulaşmak için köprüden geçmek istiyorsanız... O konuya hiç girmeyeyim. Bu gün Kadıköy-Taksim hattı arasında çalışan bir dolmuşa bindim. Gidiyoruz... Köprüye doğru doğal olaraktan trafik sıkışmaya başladı, bizim tecrübeli dolmuş şoförü (!) de başka yollardan geçerek bir şekilde köprüye normalden daha kısa sürede ulaştı. Köprüyü geçtikten sonra bir anda trafik polisleri çoğaldı ve trafik işin içinden çıkılmaz bir biçimde sıkıştı. Sıkışma nedeni de ortaya çıkmıştı. Başbakan geliyordu ve yoğun güvenlik önlemleri vardı. Ben de düşündüm Türkiye'de trafiğin sıkışık olması için o kadar çok neden var ki... Bunlardan birkaç tanesi:
1) Resmi ziyaretler: Hükümetimizin büyüüüük devlet adamları için sayısının 3 haneli rakamlara kadar ulaşabildiği korumaları düşünürsek, onlar bir ili ziyaret ettiğinde yaşanan kargaşayı siz tahmin edin! Bence belli yerlere gelmiş siyasetçiler bu yüzden köylere gitmiyorlar. Zaten az nüfuslu olan köylerimize bir de o nüfus kadar ziyaretçi gelirse oturacak yer kalmaz. Bunun yanında huzur da kalmaz. Bu yüzden lüks bir arabanın plakası normalden farklı renkte ise ve etrafında garip garip ışıklar yanıyorsa o arabalardan mümkün olduğunca uzaklaşın, kaçın, kurtarın kendinizi! Yoksa eve 1 hafta sonra ulaşabilirsiniz benden söylemesi... Bir örnek vermek gerekirse zamanının Papa'sı 3 yıl önceydi galiba İstanbul'a gelmişti ve o ziyaret yüzünden hiç bir araç ne Taksim'e ne de Nişantaşı'na geçebildi. O araçların akıbeti hala bilinmiyor...
2) Yol yapım çalışmaları: Size bunun nasıl bir zaman kaybına uğrattığını küçük bir anımla anlatayım. Geçen yaz bir program aracılığı ile Emirgan'da bir okula gidiyordum. Bilmeyenler için söyleyeyim Emirgan Avrupa Yakası'nda sahilde bulunan bir semttir. Anadolu Yakası'nda kaldığım için her sabah Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden geçmem gerekiyordu. Şansa bakın ki geçen yıl köprüyü bakıma aldılar. Her gün köprüde 2 şerit kapalı oluyordu ve çalışma 2 ay boyunca sürdü. Her sabah ve akşam o trafiği acısıyla tatlısıyla bir arkadaşımla beraber çektim. Durumun vahimliği ise her gün o sıkışıklıkta televizyon kanallarının haber yapması idi. Yaklaşık zaman kaybımı söylemem gerekir ise; normalde evden Emirgan'a 15 dakikada gidebilirken geçen yaz boyunca sabah saat 10'daki dersime yetişebilmek için 7 gibi yola çıkıyorduk. Daha başka birşey anlatmama gerek yok herhalde...
3) Trafik kazaları: Trafik kazası eğer trafiğin çok aktığı bir yerde olmuş ise çok ciddi bir sıkışıklığa neden olur; ama nedeni kazanın kendisi değildir!!! Kazayı izlemek isteyen meraklı kalabalıktır. Bir trafik kazası meydana geldiğinde gerekli ekipler olay yerine gelir ve belli işlemlerden sonra araçları kenara trafiği engellemeyecek bir yere çekerler; fakat buna rağmen trafik sıkışıklığı devam eder. Çünkü meraklı kalabalık kazanın nasıl yapıldığı hakkında fikir yürütmelidir; şunu da ekleyeyim ki bunun nedeni ibret almak değildir sadece eşe dosta anlatacak bir olay olmasıdır. Bu yüzden de kazanın olduğu yerden yavaş yavaş geçerler. Bir gün Tem otoyolunda bir kaza meydana gelmişti, kaza karşı şeritte olmasına rağmen kazayla hiç alakası olmayan benim gittiğim şerit de tıkanmıştı. Bunun nedenini öğrendiğimde şok olmuştum. İnsanlar kaza yapan araçlara bakıyorlardı. Bu yüzden bu maddeyi bir İngiliz atasözü ile sonlandırmak istiyorum: "Merak kediyi öldürür"
4) Otobüsler: O koskocaman otobüsler bir dönüş yaparken 1,5 şerit kapladıklarından o dönüşlerin olduğu yerde feci bir sıkışıklık yaşanır. Bunu da bir anımla anlatayım evimden Kadıköy'e 15 dakikada gitmeme rağmen; 45 dakikada Kadıköy içinden çıkamadım. Bu rezilliğin tek nedeni ise sistemsiz olmamızdandır. Ülkemizde otobüs yolu diye birşey olmadığından her otobüs istediği yerde durup kalkma hakkına sahip oluyor ve bu da arkasından gelen araçların istedikleri yere sinir krizi geçirerek ulaşmalarına sebep oluyor. Bu yüzden tek çözüm bence Avrupa'dan bu konuda örnekler almak...
Evet sayın okur bu yazıyla gerçekten de içimi döktüğümü düşünüyorum. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Dinlenmek güzel şey...
1) Resmi ziyaretler: Hükümetimizin büyüüüük devlet adamları için sayısının 3 haneli rakamlara kadar ulaşabildiği korumaları düşünürsek, onlar bir ili ziyaret ettiğinde yaşanan kargaşayı siz tahmin edin! Bence belli yerlere gelmiş siyasetçiler bu yüzden köylere gitmiyorlar. Zaten az nüfuslu olan köylerimize bir de o nüfus kadar ziyaretçi gelirse oturacak yer kalmaz. Bunun yanında huzur da kalmaz. Bu yüzden lüks bir arabanın plakası normalden farklı renkte ise ve etrafında garip garip ışıklar yanıyorsa o arabalardan mümkün olduğunca uzaklaşın, kaçın, kurtarın kendinizi! Yoksa eve 1 hafta sonra ulaşabilirsiniz benden söylemesi... Bir örnek vermek gerekirse zamanının Papa'sı 3 yıl önceydi galiba İstanbul'a gelmişti ve o ziyaret yüzünden hiç bir araç ne Taksim'e ne de Nişantaşı'na geçebildi. O araçların akıbeti hala bilinmiyor...
2) Yol yapım çalışmaları: Size bunun nasıl bir zaman kaybına uğrattığını küçük bir anımla anlatayım. Geçen yaz bir program aracılığı ile Emirgan'da bir okula gidiyordum. Bilmeyenler için söyleyeyim Emirgan Avrupa Yakası'nda sahilde bulunan bir semttir. Anadolu Yakası'nda kaldığım için her sabah Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden geçmem gerekiyordu. Şansa bakın ki geçen yıl köprüyü bakıma aldılar. Her gün köprüde 2 şerit kapalı oluyordu ve çalışma 2 ay boyunca sürdü. Her sabah ve akşam o trafiği acısıyla tatlısıyla bir arkadaşımla beraber çektim. Durumun vahimliği ise her gün o sıkışıklıkta televizyon kanallarının haber yapması idi. Yaklaşık zaman kaybımı söylemem gerekir ise; normalde evden Emirgan'a 15 dakikada gidebilirken geçen yaz boyunca sabah saat 10'daki dersime yetişebilmek için 7 gibi yola çıkıyorduk. Daha başka birşey anlatmama gerek yok herhalde...
3) Trafik kazaları: Trafik kazası eğer trafiğin çok aktığı bir yerde olmuş ise çok ciddi bir sıkışıklığa neden olur; ama nedeni kazanın kendisi değildir!!! Kazayı izlemek isteyen meraklı kalabalıktır. Bir trafik kazası meydana geldiğinde gerekli ekipler olay yerine gelir ve belli işlemlerden sonra araçları kenara trafiği engellemeyecek bir yere çekerler; fakat buna rağmen trafik sıkışıklığı devam eder. Çünkü meraklı kalabalık kazanın nasıl yapıldığı hakkında fikir yürütmelidir; şunu da ekleyeyim ki bunun nedeni ibret almak değildir sadece eşe dosta anlatacak bir olay olmasıdır. Bu yüzden de kazanın olduğu yerden yavaş yavaş geçerler. Bir gün Tem otoyolunda bir kaza meydana gelmişti, kaza karşı şeritte olmasına rağmen kazayla hiç alakası olmayan benim gittiğim şerit de tıkanmıştı. Bunun nedenini öğrendiğimde şok olmuştum. İnsanlar kaza yapan araçlara bakıyorlardı. Bu yüzden bu maddeyi bir İngiliz atasözü ile sonlandırmak istiyorum: "Merak kediyi öldürür"
4) Otobüsler: O koskocaman otobüsler bir dönüş yaparken 1,5 şerit kapladıklarından o dönüşlerin olduğu yerde feci bir sıkışıklık yaşanır. Bunu da bir anımla anlatayım evimden Kadıköy'e 15 dakikada gitmeme rağmen; 45 dakikada Kadıköy içinden çıkamadım. Bu rezilliğin tek nedeni ise sistemsiz olmamızdandır. Ülkemizde otobüs yolu diye birşey olmadığından her otobüs istediği yerde durup kalkma hakkına sahip oluyor ve bu da arkasından gelen araçların istedikleri yere sinir krizi geçirerek ulaşmalarına sebep oluyor. Bu yüzden tek çözüm bence Avrupa'dan bu konuda örnekler almak...
Evet sayın okur bu yazıyla gerçekten de içimi döktüğümü düşünüyorum. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Dinlenmek güzel şey...
12 Eylül 2010 Pazar
Totem...
İtiraf ediyorum: Basketbol takımımız benim ve iki arkadaşım yüzünden şampiyon olamadı. Bu yüzden de özür diliyorum sizden... Nedenini size küçük anımı anlatarak izah edeyim. Ben ve iki arkadaşım basketbol takımının gruptan çıktığından itibaren geriye kalan maçları bir tane kafede izledik. Hep aynı yerlere oturduk, aynı yiyecek ve içecekleri sipariş ettik ve her defasında yendik. Bu davranışların takımımıza uğur getirdiğine gönülden inandık. Ta ki son maça kadar... Durumun ciddiyetini size şöyle izah edeyim: Kafenin sahibi artık bizim yerimizi biz teklifte bulunmamamıza rağmen her maçta oturduğumuz yeri rezerve etmeye başlamıştı. Düşünün o bile bizim uğurumuza inandı; ama son maçta maalesef totemimizi gerçekleştiremedik. Çünkü, bir arkadaşımız son maçı bizimle izleyemedi. Bu yüzden de takımımız yenildi. Tekrardan özür diliyorum sizden... İşin şakası bir yana bu totem olayı bana bir duruma ne kadar çabuk bağlanabildiğimizi gösterdi. Batıl inancı fazla olmayan ben bile toteme kendimi kaptırdım... Karşınızda maddelerle kendimizi avutmalarımız:
1) Nazar: Çoğu insan nazara inanır. İnanmayan pek az insan tanıdım. Yoksa yüzde yüz başarıya yakınken başarısızlığımızı nasıl açıklayabiliriz ki? Hemen kendi soruma cevap vereyim tabiki nazarla. Bu arada belirteyim ki ben de nazara inanan çoğunluk kısımdanım. O yüzden de başarılarımı (olursa tabi) dile getirmem. Bir de sakarlıklarımızı nazarın arkasına saklamıyor muyuz?(ben dahil) Mesela, evde misafir vardı gitti. Biz de bulaşık yıkarken bir tabak elimizden kaydı düştü kırıldı. Çok pahalı bir takımın parçası olsa bile önemli değil! Takım mı bozuldu? Amaaaaan boşver nidalarıyla kendimizi rahatlatıyoruz. "Nazar gitti iyi oldu. Zaten o kadının bakışlarını hiç beğenmemiştim!" diyoruz. Bu tabak kırılmasının verdiği huzurla uykuya rahatlıkla dalabiliyoruz...
Nazara inananlar için söylüyorum renkli gözlü insanların nazarı daha çok değermiş. Bilim adamlarının yalancısıyım. Bir araştırmada 3 tane bitki alıyorlar ve bu 3 saksıdan birine renkli gözlü birisinin bakmasını istiyorlar, diğerine kahverenkli gözlü insanın bakmasını istiyorlar ve son kalana da gözlerini kapatmasını istiyorlar. Deney sonucunda renki gözlü kişinin baktığı bitki çok az bir büyüme gösterirken, gözleri kapatan kişinin baktığı en fazla ilerleme kaydeden oluyor. Siz mesajı aldınız bence...
2) Para atma: Bu eylemin tam anlamıyla bazı insanları zengin etmek amacıyla kurulduğunu düşünüyorum. Mesela bir havuz yapıyorlar. Diyorlar ki bir bozuk parayı havuza arkana dönük bir biçimde atarsan ve dilek tutarsan dileğin gerçekleşir. Şöyle diyeyim üşenmedim yaptım ve dileğim gerçekleşmedi! O yüzden sinirliyim ve serzenişte bulunuyorum! Ve işin ilginç yanı o kadar yıl boyunca bozuk para atılan havuz hiç bozuk parayla dolup taşmıyor. Şimdi soruyorum o paralar nereye gidiyor? Yetkili birisi bana cevap versin! Unutmayın ki damlaya damlaya göl olur.
3) Mendil bağlama: Bu da en sevdiğim batıl inançlardan biridir. Genelde mendil bağlan obje ağaçtır. Bazılarına göre uçarsa dilek gerçekleşir, bazılarına göre uçmazsa dilek gerçekleşir... Artık hangisi olur bilmem ama ağaca otantik bir durum sağlıyor ve fotoğraf sanatçıları için ilham kaynağı; ama bir yandan da üzülmüyor değilim ağacın ne suçu var! "Bu ağaca ilk mendil bağlayan kimdir? Hangi amaçla bağlamıştır? Neden bu ağaçtır?" gibi bir sürü soru geliyor aklıma... Öyle ki bir yerde görmüştüm ağacın dalları o kadar dolmuştu ki yan taraftaki ağaçlara mendil bağlamaya başlamışlardı. Şimdi bu beni düşündürüyor. O ağaçta mı gizem yoksa herhangi bir ağaçta mı? Evde kendi ağacımızı diksek de bağlasak dileğimiz gerçekleşir mi? Bu sorunun cevabını bilenler varsa lütfen bana yazsınlar...
İşte geldik yazının sonuna. Bu yazıyı çok bilinen bir kamyon yazısıyla kapatmak istiyorum: "Nazar etme n'olur çalış senin de olur!" Haftanızın iyi geçmesi dileğiyle...
1) Nazar: Çoğu insan nazara inanır. İnanmayan pek az insan tanıdım. Yoksa yüzde yüz başarıya yakınken başarısızlığımızı nasıl açıklayabiliriz ki? Hemen kendi soruma cevap vereyim tabiki nazarla. Bu arada belirteyim ki ben de nazara inanan çoğunluk kısımdanım. O yüzden de başarılarımı (olursa tabi) dile getirmem. Bir de sakarlıklarımızı nazarın arkasına saklamıyor muyuz?(ben dahil) Mesela, evde misafir vardı gitti. Biz de bulaşık yıkarken bir tabak elimizden kaydı düştü kırıldı. Çok pahalı bir takımın parçası olsa bile önemli değil! Takım mı bozuldu? Amaaaaan boşver nidalarıyla kendimizi rahatlatıyoruz. "Nazar gitti iyi oldu. Zaten o kadının bakışlarını hiç beğenmemiştim!" diyoruz. Bu tabak kırılmasının verdiği huzurla uykuya rahatlıkla dalabiliyoruz...
Nazara inananlar için söylüyorum renkli gözlü insanların nazarı daha çok değermiş. Bilim adamlarının yalancısıyım. Bir araştırmada 3 tane bitki alıyorlar ve bu 3 saksıdan birine renkli gözlü birisinin bakmasını istiyorlar, diğerine kahverenkli gözlü insanın bakmasını istiyorlar ve son kalana da gözlerini kapatmasını istiyorlar. Deney sonucunda renki gözlü kişinin baktığı bitki çok az bir büyüme gösterirken, gözleri kapatan kişinin baktığı en fazla ilerleme kaydeden oluyor. Siz mesajı aldınız bence...
2) Para atma: Bu eylemin tam anlamıyla bazı insanları zengin etmek amacıyla kurulduğunu düşünüyorum. Mesela bir havuz yapıyorlar. Diyorlar ki bir bozuk parayı havuza arkana dönük bir biçimde atarsan ve dilek tutarsan dileğin gerçekleşir. Şöyle diyeyim üşenmedim yaptım ve dileğim gerçekleşmedi! O yüzden sinirliyim ve serzenişte bulunuyorum! Ve işin ilginç yanı o kadar yıl boyunca bozuk para atılan havuz hiç bozuk parayla dolup taşmıyor. Şimdi soruyorum o paralar nereye gidiyor? Yetkili birisi bana cevap versin! Unutmayın ki damlaya damlaya göl olur.
3) Mendil bağlama: Bu da en sevdiğim batıl inançlardan biridir. Genelde mendil bağlan obje ağaçtır. Bazılarına göre uçarsa dilek gerçekleşir, bazılarına göre uçmazsa dilek gerçekleşir... Artık hangisi olur bilmem ama ağaca otantik bir durum sağlıyor ve fotoğraf sanatçıları için ilham kaynağı; ama bir yandan da üzülmüyor değilim ağacın ne suçu var! "Bu ağaca ilk mendil bağlayan kimdir? Hangi amaçla bağlamıştır? Neden bu ağaçtır?" gibi bir sürü soru geliyor aklıma... Öyle ki bir yerde görmüştüm ağacın dalları o kadar dolmuştu ki yan taraftaki ağaçlara mendil bağlamaya başlamışlardı. Şimdi bu beni düşündürüyor. O ağaçta mı gizem yoksa herhangi bir ağaçta mı? Evde kendi ağacımızı diksek de bağlasak dileğimiz gerçekleşir mi? Bu sorunun cevabını bilenler varsa lütfen bana yazsınlar...
İşte geldik yazının sonuna. Bu yazıyı çok bilinen bir kamyon yazısıyla kapatmak istiyorum: "Nazar etme n'olur çalış senin de olur!" Haftanızın iyi geçmesi dileğiyle...
9 Eylül 2010 Perşembe
Nerede o eski bayramlar?
Bildiğiniz gibi Ramazan Bayram'ı geldi... Etrafta bir telaş var. Ev temizlemeler, tatlı yapmalar ya da yaptırmalar, bayram için kıyafetler almalar vs. Bayramlarda bazı insanların mideleri heyecanla kıpırdanmalar yaşasa da bazıları sadece bayrama tatil gözüyle bakıyorlar. Bu aralar benim yaşadığım olaylar da bu ayrımı açık ve net bir biçimde ifade ediyor. Hemen iki örnekle açıklayayım: Annem arefe gününde beni aradı : "Özge burada güzel bir elbise var gel bayramlık olur sana" dedi. Ben de hiç oralı olmadım, elbiseye ihtiyacım olmadığını ve kot, gömlek ve spor ayakkabı üçlemesiyle de bu bayramı geçirebileceğimi söyledim. Bu söz ile annemin kalbini kırmış, bayram ruhuna büyük bir ihanette bulunmuş olabilirim. Diğer örnek ise "geceleri yatmayıp sabahları kalkmayan" ben yine bayramın ilk günü 11:30'a kadar mışıl mışıl uyurken; kapım açıldı ve güne "Bu gün bayram erken kalkın çocuklar" şarkısıyla başladı. Annem beni öğlene kadar uyuduğum için azarlamıştı. O zaman kafama birkaç şey dank etti. Bayram ruhunu yaşatmak isteyenler ve inatla o ruhu yaşamak istemeyenler vardı. Dedim ben bu konu hakkında bir yazı yazarsam ancak rahatlayabilirim... İyi okumalar hepinize:
Bayram ruhunu yaşatmak isteyenler: Bu gruptakiler genelde eski toprak olarak adlandırılan kesim ve o eski toprakların bayramları yaşattığı çocuklarıdır. Çünkü onlardan şöyle cümleler duyarsınız: "Nerede o eski bayramlar?, Eskiden böyle miydi?" Bu gruptakiler, bayramların ilk günleri sabah erkenden kalkar duşlarını alır, cicilerini yani şık sayılabilecek kıyafetlerini giyerler ve misafirleri hazır ve nazır bir biçimde beklerler. İçlerinde heyecan vardır. Uzun zamandır görülmemiş akrabaları görme fırsatıdır. Ziyaretler başlar... Genelde bu ziyaretler de "Eeee nasılsınız? ve havalar da soğudu değil mi?"den öteye gitmezler. Çünkü konuşalacak pek fazla da konu yoktur. Uzun zamandır görüşülmemiştir ve görüşülme nedeni de zorunluluktur. Sessizlik içinde tatlılar yenir. Kolonyalar sürülür. "Artık bir dahaki bayrama görüşürüz" nidaları ile ortam terk edilir.
Bu insanların bayramını kutlamak gerekirse kesinlikle cep telefonundan mesaj ile kutlamamak gerekir. Kesinlikle bu duruma karşıdırlar. "Bari seslerini duyayım." derler. Eğer mesajla bayram kutlanırsa çok kırılabilirler, onlara göre mesaj soğuk bir yazıdan ibarettir ve insanlara kendilerini özel hissettirmezler. O yüzden uzaktan bayram kutlayanlara öneri 3G'yi hayırlı bir iş için kullabilirsiniz...
Yukarıda anlattıklarım dışında bu gruptakiler bayramı asla ama asla tatil olarak görmezler! Kapıya her gelen çocuğa çikolata, şeker verirler. Bayram bitene kadar da etrafa gülücük saçarlar. Bayram bittikten sonra ise yüzlerindeki hüzünü görebilirsiniz. Bu yüzden de bayramdan sonraki günlerde bu insanlara karşı daha hoşgörülü davranınız lütfen...
Bayram ruhuna inatla uyumak isteyenler: Bu insanlar bayramı gönderilmiş tatil olarak görürler ve dönem içindeki yorgunluklarını bayramda uyuyarak geçirmek isterler. Genelde de büyüklerinin bayramlarını cep telefonlarından soğuk bir mesaj çekerek kutlarlar.
Bu gruptakilerin bayram için yaptıkları hazırlıklar yoktur. Hatta öyle ki bayramlarda kapalı olan yerlere de içten içten gıcık olurlar. Bu yüzden de evden hiç çıkmayıp televizyon izlemeyi tercih ederler. Yani bayramlara kafa dinlemek oluşturulmuş 3-4 gün olarak bakarlar.
Bu insanlardan bazıları bayramın bazı ritüellerine uyabilirler. Bunlardan en önemlisi de "harçlık" toplamaktır. Bazı çocuklar hatta üniversitede okuyan gençler (kendimden biliyorum) ailelerindeki büyüklerin ellerini öperek bu hizmetin karşılığında hakketikleri değeri -para- almak isterler. Maksat bayram ruhu devam etsindir. Tabi ki para önemli değildir (!) Bu yüzden de lütfen alın verin ekonomiye can verin!
Yazdıklarıma ne kadar katılırsınız bilmem ama bu da benden acımasız gerçekler olsun. Bayramınız kutlu olsun!
Bayram ruhunu yaşatmak isteyenler: Bu gruptakiler genelde eski toprak olarak adlandırılan kesim ve o eski toprakların bayramları yaşattığı çocuklarıdır. Çünkü onlardan şöyle cümleler duyarsınız: "Nerede o eski bayramlar?, Eskiden böyle miydi?" Bu gruptakiler, bayramların ilk günleri sabah erkenden kalkar duşlarını alır, cicilerini yani şık sayılabilecek kıyafetlerini giyerler ve misafirleri hazır ve nazır bir biçimde beklerler. İçlerinde heyecan vardır. Uzun zamandır görülmemiş akrabaları görme fırsatıdır. Ziyaretler başlar... Genelde bu ziyaretler de "Eeee nasılsınız? ve havalar da soğudu değil mi?"den öteye gitmezler. Çünkü konuşalacak pek fazla da konu yoktur. Uzun zamandır görüşülmemiştir ve görüşülme nedeni de zorunluluktur. Sessizlik içinde tatlılar yenir. Kolonyalar sürülür. "Artık bir dahaki bayrama görüşürüz" nidaları ile ortam terk edilir.
Bu insanların bayramını kutlamak gerekirse kesinlikle cep telefonundan mesaj ile kutlamamak gerekir. Kesinlikle bu duruma karşıdırlar. "Bari seslerini duyayım." derler. Eğer mesajla bayram kutlanırsa çok kırılabilirler, onlara göre mesaj soğuk bir yazıdan ibarettir ve insanlara kendilerini özel hissettirmezler. O yüzden uzaktan bayram kutlayanlara öneri 3G'yi hayırlı bir iş için kullabilirsiniz...
Yukarıda anlattıklarım dışında bu gruptakiler bayramı asla ama asla tatil olarak görmezler! Kapıya her gelen çocuğa çikolata, şeker verirler. Bayram bitene kadar da etrafa gülücük saçarlar. Bayram bittikten sonra ise yüzlerindeki hüzünü görebilirsiniz. Bu yüzden de bayramdan sonraki günlerde bu insanlara karşı daha hoşgörülü davranınız lütfen...
Bayram ruhuna inatla uyumak isteyenler: Bu insanlar bayramı gönderilmiş tatil olarak görürler ve dönem içindeki yorgunluklarını bayramda uyuyarak geçirmek isterler. Genelde de büyüklerinin bayramlarını cep telefonlarından soğuk bir mesaj çekerek kutlarlar.
Bu gruptakilerin bayram için yaptıkları hazırlıklar yoktur. Hatta öyle ki bayramlarda kapalı olan yerlere de içten içten gıcık olurlar. Bu yüzden de evden hiç çıkmayıp televizyon izlemeyi tercih ederler. Yani bayramlara kafa dinlemek oluşturulmuş 3-4 gün olarak bakarlar.
Bu insanlardan bazıları bayramın bazı ritüellerine uyabilirler. Bunlardan en önemlisi de "harçlık" toplamaktır. Bazı çocuklar hatta üniversitede okuyan gençler (kendimden biliyorum) ailelerindeki büyüklerin ellerini öperek bu hizmetin karşılığında hakketikleri değeri -para- almak isterler. Maksat bayram ruhu devam etsindir. Tabi ki para önemli değildir (!) Bu yüzden de lütfen alın verin ekonomiye can verin!
Yazdıklarıma ne kadar katılırsınız bilmem ama bu da benden acımasız gerçekler olsun. Bayramınız kutlu olsun!
6 Eylül 2010 Pazartesi
Herşey Serinlemek İçin!
Ramazan'dan önce bildiğiniz gibi havalar çok sıcaktı. Hatta her gün haberler izliyorduk, son bilmem kaç yılın en sıcak günleri diye. Bütün bir yaz boyunca İstanbul'da olduğumdan dolayı denize girmek gibi bir lüksüm yoktu. Bana ait sadece hafta sonlarım vardı ve bunun bir cumartesi gününü de arkadaşlarımla havuza giderek değerlendirmeye karar verdik. Başlıkta da belirttiğim gibi herşey serinlemek içindi! Sabah erkenden kalktık hazırlandık ve servise binerekten havuza ulaştık. Orada anladım ki bizim telefonlarımız dinleniyormuş! Çünkü, herkes bizden kıskanıp hafta sonunu havuzda geçirmeye karar vermiş gibiydi. Ben de araştırmacı-gazeteci (!) kişiliğim ile gün boyunca etrafı izledim (kendi davranışlarım dahil). Çıkardığım sonuçları sizinle paylaşayım dedim:
1) Kalabalık mı? : Havuza gitme lüksünüz olduğu günler sadece cumartesi ve pazar günleri ise size kötü bir haberim var. Havuzda ayakta durabiliyorsanız şanslı sayılırsınız. Çünkü, hafta sonları havuz öyle bir kalabalık olur ki havuzda bırakın yüzmeyi, ıslanmak için bile yer ararsınız! Yani o haberlerdeki havuzdaki kalabalık insan profilleri kesinlikle doğru. Bizzat yaşadım. Havuzdaki kalabalık sorunu sadece serinlemekle de kısıtlı kalmıyor. Biliyorsunuz ki bronzlaşma -yani tenin normalden daha koyu olması- isteği çoğu insanda var. Bu yüzden de şezlonga, şemsiyeye ihtiyaç duyulabiliyor. Buna bağlı olaraktan insanlar kendi şezlong ve şemsiye kapma stratejileri geliştirmişlerdir. Mesela sabahın köründe kalkmak bunlardan biridir ki bence en mantıklı strateji de budur. Unutmamak gerekir şezlong da şemsiye de kapanındır! Bunların dışında üst değiştirmek için soyunma odaları sorunsalı var ki yüzmekten çok soyunma odasında beklemeye vakit ayırabilirsiniz.
2) Karşılaştırma: Bilindiği üzere hiç kimse dört dörtlük değildir. Kendini dört dörtlük gören varsa da yalancıdır. Bazı insanlar bu gerçekle yüzleşmek istemezler ve kendilerini avutma yollarına giderler. En güzel avutma biçimi de kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaktır. Bu havuz başında çok sıkça rastladığım bir durum oldu. Duymuşsunuzdur bikini giyen kilolu birini görünce hemen şu yorum yapılır: "Ayyyy böyle bir kilom olsa hayatta bikini giymezdim, insanlara bak!" O zaman hep "sana ne kardeşim?" demek isterim. İçimde patlar orası ayrı... Unutmamak gerekir ki o yorumları yapan da bu tarz yorumlar alabilir. "Ne öyle süt beyazı kalmış, yazık hiç güneşlenmiyor galiba" gibi... Bu da çuvaldız, iğne olayına dönüyor...
İnsanoğlu olarak rekabetçi olarak yaratılmışız da benim haberim yokmuş. Normal hayatında hırslı görünmeyen biri bile havuz başında hırstan gözü kör olmuş birine dönebiliyor. Nasıl mı? Tabiki güzel balıklama atlayabiliyorsa. Hemen havuz kenarına geçerler ve havuza doğru baş önde, bacaklar düz bir biçimde atlarlar. Sonra da etraflarına bakarlar beni öven gözler var mı? Arkasından atlayanlar beceremiyorlarsa da küçümseyen gözlerle bakarlar. Demem o ki havuz başı "kurtlar sofrasıdır" dikkatli olmak gerekir.
3) Cankurtaranlar: Havuz kültürünün demirbaşlarındandır. Her tesiste bir tane vardır havuz büyüdükçe sayıları havuz büyüklüğüne doğru orantılı biçimde artabilir. Çok fazla havuza gitmişliğim olmasa da bu insanların hiç can kurtardığını görmedim. Zaten maksimum iki metre derinlikteki dalgasız bir yerde bir insanın boğulması bana imkansıza yakın geliyor. Cankurtaranların asıl amacının insanları yaralanmalara karşı uyarmak olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye'de! Neden mi hemen açıklayayım. Biliyorsunuz bizim nesilden nesile gelen bir oyunumuz var: kendisi "deve güreşi" olarak adlandırılıyor. Bu oyunun oynanması için en az dört kişi gerekmektedir. Oyunun amacı suyun kaldırma kuvvetinin yardımıyla birbirlerinin omzuna çıkan insanların birbirlerini devirmektir. Bu oyunun mantığını tartışmayacağım. Sadece neden bunu havuz gibi bir yerde yapıyorlar onu merak ediyorum. Düştü diyelim karşıda ki kimseye ödül vermiyorlar ki üstüne sakatlansalar ne olacak? Dikkatli olun sayın deve güreşçiler! Bu yüzden de doğal olaraktan o sıcağın bağrında bekleyen cankurtaranlarımız orada onları uyarmak için bulunurlar. Başka da aktif bir görev yaptıklarına rastlamadım...
Havuz bir kültürdür ve bence 3 tarafı denizlerle çevrili olan bir ülkede sağlam temelli olması gerekmemektedir. Sadece havuza giden yaramazlara sesleniyorum lütfen güneşlenenleri ıslatmayın...
1) Kalabalık mı? : Havuza gitme lüksünüz olduğu günler sadece cumartesi ve pazar günleri ise size kötü bir haberim var. Havuzda ayakta durabiliyorsanız şanslı sayılırsınız. Çünkü, hafta sonları havuz öyle bir kalabalık olur ki havuzda bırakın yüzmeyi, ıslanmak için bile yer ararsınız! Yani o haberlerdeki havuzdaki kalabalık insan profilleri kesinlikle doğru. Bizzat yaşadım. Havuzdaki kalabalık sorunu sadece serinlemekle de kısıtlı kalmıyor. Biliyorsunuz ki bronzlaşma -yani tenin normalden daha koyu olması- isteği çoğu insanda var. Bu yüzden de şezlonga, şemsiyeye ihtiyaç duyulabiliyor. Buna bağlı olaraktan insanlar kendi şezlong ve şemsiye kapma stratejileri geliştirmişlerdir. Mesela sabahın köründe kalkmak bunlardan biridir ki bence en mantıklı strateji de budur. Unutmamak gerekir şezlong da şemsiye de kapanındır! Bunların dışında üst değiştirmek için soyunma odaları sorunsalı var ki yüzmekten çok soyunma odasında beklemeye vakit ayırabilirsiniz.
2) Karşılaştırma: Bilindiği üzere hiç kimse dört dörtlük değildir. Kendini dört dörtlük gören varsa da yalancıdır. Bazı insanlar bu gerçekle yüzleşmek istemezler ve kendilerini avutma yollarına giderler. En güzel avutma biçimi de kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaktır. Bu havuz başında çok sıkça rastladığım bir durum oldu. Duymuşsunuzdur bikini giyen kilolu birini görünce hemen şu yorum yapılır: "Ayyyy böyle bir kilom olsa hayatta bikini giymezdim, insanlara bak!" O zaman hep "sana ne kardeşim?" demek isterim. İçimde patlar orası ayrı... Unutmamak gerekir ki o yorumları yapan da bu tarz yorumlar alabilir. "Ne öyle süt beyazı kalmış, yazık hiç güneşlenmiyor galiba" gibi... Bu da çuvaldız, iğne olayına dönüyor...
İnsanoğlu olarak rekabetçi olarak yaratılmışız da benim haberim yokmuş. Normal hayatında hırslı görünmeyen biri bile havuz başında hırstan gözü kör olmuş birine dönebiliyor. Nasıl mı? Tabiki güzel balıklama atlayabiliyorsa. Hemen havuz kenarına geçerler ve havuza doğru baş önde, bacaklar düz bir biçimde atlarlar. Sonra da etraflarına bakarlar beni öven gözler var mı? Arkasından atlayanlar beceremiyorlarsa da küçümseyen gözlerle bakarlar. Demem o ki havuz başı "kurtlar sofrasıdır" dikkatli olmak gerekir.
3) Cankurtaranlar: Havuz kültürünün demirbaşlarındandır. Her tesiste bir tane vardır havuz büyüdükçe sayıları havuz büyüklüğüne doğru orantılı biçimde artabilir. Çok fazla havuza gitmişliğim olmasa da bu insanların hiç can kurtardığını görmedim. Zaten maksimum iki metre derinlikteki dalgasız bir yerde bir insanın boğulması bana imkansıza yakın geliyor. Cankurtaranların asıl amacının insanları yaralanmalara karşı uyarmak olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye'de! Neden mi hemen açıklayayım. Biliyorsunuz bizim nesilden nesile gelen bir oyunumuz var: kendisi "deve güreşi" olarak adlandırılıyor. Bu oyunun oynanması için en az dört kişi gerekmektedir. Oyunun amacı suyun kaldırma kuvvetinin yardımıyla birbirlerinin omzuna çıkan insanların birbirlerini devirmektir. Bu oyunun mantığını tartışmayacağım. Sadece neden bunu havuz gibi bir yerde yapıyorlar onu merak ediyorum. Düştü diyelim karşıda ki kimseye ödül vermiyorlar ki üstüne sakatlansalar ne olacak? Dikkatli olun sayın deve güreşçiler! Bu yüzden de doğal olaraktan o sıcağın bağrında bekleyen cankurtaranlarımız orada onları uyarmak için bulunurlar. Başka da aktif bir görev yaptıklarına rastlamadım...
1 Eylül 2010 Çarşamba
Aslında Hepimiz Koçuz!
Bildiğiniz gibi bu aralar Dünya Basketbol Şampiyona'sı yapılmakta. Hem de Türkiye'de. Yani bu dönem milli duygularımızın daha da kabardığı bir dönem. Basketbolla hiçbir alakası olmayan insanları bile milli maçları izlerken bulabiliriz. Ben de maçları izleyen çoğunluktan biriyim. Boyuma bakmadan basketçi gözüyle maçları izliyorum. Sonuçta teknik direktörlerin uzun olması gerekmiyor değil mi? Kendimi de böyle avutuyorum işte. Neyse geçtiğimiz gün Türkiye-Yunanistan maçını izliyorum. Bir anda kendimi otururuken, bacaklarımı gerginlikten sallarken ve maç hakkında yorumlar yaparken buldum. "Aferin Kerem güzel oyun kuruyorsun, ama alan savunmasını çok kötü yapıyoruz. Nasıl üçlük atabiliyorlar bu kadar rahat?" derken bir anda şok oldum. Çok da iyi bilmediğim bir konu hakkında ahkam kesiyordum. Bir de bunun üzerine "Maçı sunan spikerin iki oyun kurucuyla oynamalıyız" gibi önerileri durmadan dile getirdiğini duyunca anladım ki bu bizim millet olarak huyumuz. Bu yüzden de böyle milli maçları hatta bütün maçları izleyenleri maddelere ayırdım. Maddelerle maç izleyenler:
1) Ahkam kesenler: Bu tipler kendilerini tuttukları takımın teknik direktörleri sanırlar. Maç izlerken takındıkları tavır şöyledir. Ellerinde bir içecek, varsa önlerinde bir tabak çerez bulunur. Oturdukları yerden: "Böyle pas mı verilir?, Bu ne biçim savunma?, Bizim sokakta top oynayanlar bile yapardı o atışı!" gibi serzenişlerde bulunurlar. Her an avını bekleyen aslan gibi tetiktedirler. Sayı olduğunda saliselik bir zaman biriminde ayağa kalkıp sevinçle bağırabilirler. Bu yüzden bu tiplerle yaşıyorsanız ani hareketlere hazırlıklı olmanız gerekir. Panik atak geçirmemeniz açısından söylüyorum...
2) Kabullenemeyenler: Bu gruptakiler kendilerini yenildiklerinde belli ederler. Yendiklerinde hiçbir sorun çıkarmazlar. Bu grubun diğer bir ismi de "mızıkçılar" olabilir. Çünkü bu tiplerin yenilmeye tahammülleri yoktur bu yüzden de yenilgilerinin nedenlerine inmek adına türlü türlü bahaneler bulabilirler. En sık başvurulan bahane ise "Hakem taraf tuttu"dur. Bu arkadaşlara sorarım "Eeeee siz yenerken hakem taraf tutmadı mı?" Bu gruptakilerle arkadaş olanlara şöyle bir öneri bu insanlarla maç yapmayın yaparsanız da aynı takımda olun.
3) Soğukkanlı davrananlar: En sevdiğim tiplerdir. Halk içinde tabir edilen "cool (kuul)" sözü sanki bu gruptaki insanlar için yaratılmıştır. Çok önemli bir maçta bile sayı kaçırılsa hiç seslerini çıkarmazlar maçın sonuna kadar sabırla beklerler. Eğer sonuç yenilgi ise "Sağlık olsun bir daha ki sefere, iyi olan kazandı" diyerekten "fair play" ruhu yani " maç biter dostluk kalır" ruhunu yansıtırlar. Benim düşüncem bu insanlar çok iyi yönetici olabilirler. Çünkü adamlar sakin olmak için doğmuşlardır. Kriz anlarını büyük bir soğukkanlılıkla idare edebilirler. Takdir edilesidirler...
4) Mecburen izleyenler: Bu insanlardan maç izlerken uzak durmak gerekir. Çünkü maç izleyenin hayatını maç süresi boyunca zehir edebilir! Nasıl mı? Tabiki sorularıyla. Mecburen izliyorsa kurallardan haberi yoktur ve ilgili gözükmek için değişik sorular sorabilirler. Bunlardan bazıları "Ofsayt ne demektir?, Hakem elini yumruk yapınca ne oluyor?" gibi sorulardır. Bir de bu tipler olayı daha da abartıp en basit yol olan hakemin maçı kötü yönettiğini söyleyebilirler. Sırf kendilerine yandaş bulup yalnız kalmamak için. Mecburen izleyenlerin maç süresi boyunca kişilik problemleri vardır. Dikkat etmek gerekir.
Size soruyorum sizce siz hangi tipsiniz? Yoksa teknik direktör müsünüz? Ya da hakemi kötüleyen bir yorumcu?
1) Ahkam kesenler: Bu tipler kendilerini tuttukları takımın teknik direktörleri sanırlar. Maç izlerken takındıkları tavır şöyledir. Ellerinde bir içecek, varsa önlerinde bir tabak çerez bulunur. Oturdukları yerden: "Böyle pas mı verilir?, Bu ne biçim savunma?, Bizim sokakta top oynayanlar bile yapardı o atışı!" gibi serzenişlerde bulunurlar. Her an avını bekleyen aslan gibi tetiktedirler. Sayı olduğunda saliselik bir zaman biriminde ayağa kalkıp sevinçle bağırabilirler. Bu yüzden bu tiplerle yaşıyorsanız ani hareketlere hazırlıklı olmanız gerekir. Panik atak geçirmemeniz açısından söylüyorum...
2) Kabullenemeyenler: Bu gruptakiler kendilerini yenildiklerinde belli ederler. Yendiklerinde hiçbir sorun çıkarmazlar. Bu grubun diğer bir ismi de "mızıkçılar" olabilir. Çünkü bu tiplerin yenilmeye tahammülleri yoktur bu yüzden de yenilgilerinin nedenlerine inmek adına türlü türlü bahaneler bulabilirler. En sık başvurulan bahane ise "Hakem taraf tuttu"dur. Bu arkadaşlara sorarım "Eeeee siz yenerken hakem taraf tutmadı mı?" Bu gruptakilerle arkadaş olanlara şöyle bir öneri bu insanlarla maç yapmayın yaparsanız da aynı takımda olun.
3) Soğukkanlı davrananlar: En sevdiğim tiplerdir. Halk içinde tabir edilen "cool (kuul)" sözü sanki bu gruptaki insanlar için yaratılmıştır. Çok önemli bir maçta bile sayı kaçırılsa hiç seslerini çıkarmazlar maçın sonuna kadar sabırla beklerler. Eğer sonuç yenilgi ise "Sağlık olsun bir daha ki sefere, iyi olan kazandı" diyerekten "fair play" ruhu yani " maç biter dostluk kalır" ruhunu yansıtırlar. Benim düşüncem bu insanlar çok iyi yönetici olabilirler. Çünkü adamlar sakin olmak için doğmuşlardır. Kriz anlarını büyük bir soğukkanlılıkla idare edebilirler. Takdir edilesidirler...
4) Mecburen izleyenler: Bu insanlardan maç izlerken uzak durmak gerekir. Çünkü maç izleyenin hayatını maç süresi boyunca zehir edebilir! Nasıl mı? Tabiki sorularıyla. Mecburen izliyorsa kurallardan haberi yoktur ve ilgili gözükmek için değişik sorular sorabilirler. Bunlardan bazıları "Ofsayt ne demektir?, Hakem elini yumruk yapınca ne oluyor?" gibi sorulardır. Bir de bu tipler olayı daha da abartıp en basit yol olan hakemin maçı kötü yönettiğini söyleyebilirler. Sırf kendilerine yandaş bulup yalnız kalmamak için. Mecburen izleyenlerin maç süresi boyunca kişilik problemleri vardır. Dikkat etmek gerekir.
Size soruyorum sizce siz hangi tipsiniz? Yoksa teknik direktör müsünüz? Ya da hakemi kötüleyen bir yorumcu?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)