30 Ağustos 2010 Pazartesi

Bavul Hazırlama Sanatı

Bavul hazırlamak bir sanattır. Bunu ilginç bir tecrübe ile geçtiğimiz haftasonu yaşadım. Bu küçük anımı sizinle paylaşayım. Uzun zamandır -bilgisayar başında oturmaktan galiba- belim ağrıyordu ve artık bunu dile getirmeye de başlamıştım. Benden daha fazla bel ağrısı yaşayan annem "haftasonu kaplıcalara gidelim mi?" dedi. Ben de değişiklik olur diyerekten iki gün nasılsa dedim ve kabul ettim. Kabul etmem ile birlikte malum hazırlıklar başladı. Bavul hazırlamak! Ben umursamaz bir biçimde birkaç parça eşyam ile dikildim annemin karşısına. Annem şaşkınlık içerisinde eşyalarıma baktı ve bavula koyamayacağını söyledi. Çünkü bavul tıka basa dolmuştu. Ben de iki gün için ne koydu diye merak ederekten homurdana homurdana bir sırt çantası yaptım kendime. Bir yandan da ukalalık yapıyordum iki gün için o kadar eşya alınır mı diye? Neyse arabaya bindik gidiyoruz annem: "Eyvah telefonun şarj aletini unuttum dedi." Ben de aldığım için ukalalığıma devam ettim. Sonra bana bir soru yöneltildi: "Özge pijamanı aldın mı?" diye. O zaman kafama bazı şeyler dank etti. Pijamamı almamıştım. Anladım ki bavul hazırlamak bir sanattı... Bu yüzden de yol boyunca düşündüm bavul hazırlayanlar nasıl bir kategoriye koyulabilir. Yaptığım küçük kategori karşınızda:

1) Taşınanlar: Bu kategoridekiler pusuya yatmış yolculuk yapmayı beklerler. Çünkü bavul hazırlama sanatından en fazla anlayanlar "taşınanlar"dır. Bu tipler yolculuk için gereken herşeyi akıllarında tutarlar ve bavula sığabilecek şekilde yerleştirebilirler. Hiç paylaşımcı değildirler. Çünkü her eşyayı kendi düzeninlerine ve bavul büyüklüklerine göre milimetrik hesaplarla yapmışlardır ve kimsenin de bu planı bozmasına izin vermezler. Hele bir de bu tipin cinsi "bayan" ise. İşte o zaman sırf ayakkabılar için bile başka bir bavul gerekebilir! Size önerim bu tipler en tehlikeli olanlardır fazla karışmayınız bavul işlerine.
Bu gruptakiler genellikle mevsim ne olursa olsun tedbirlidirler. Yani mevsim yaz olsa bile bavulun içinden kalın bir kazak çıkabilir. Ne olur ne olmazdır; her an kar yağabilirdir. Ya kazağa ihtiyaç olsa ne yaparlar? Bence felsefeleri tam olarak "Son gülen iyi gülendir!". Çünkü eğer hava es kaza bozarsa diğer gruptakiler üşüyeceklerdir ve bu tipler sıcak sıcak kazaklarıyla oturacaklardır. Siz siz olun bu tiplerin bavuluna laf söylemeyin...



2) Kayıtsızlar: Bu gruptakilerin kesinlikle cimri olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü, adları üzerinde kayıtsızlardır. Her zaman zorla yola çıkıyorlarmış gibi davranırlar ve "aman bavul hazırlamak da neymiş?" gibi bavul sanatından anlamayan cahil gibi davranırlar. Genellikle de diş fırçalarını unuturlar. Bu yüzden de gittikleri yerden diş fırçası almak zorunda kalırlar. Bu yüzden diyorum ya cimri değillerdir. Cimri olsalardı onları "taşınanlar" kategorisine koyardık. Bu tipler bavullarına koydukları bütün eşyaları kullanırlar. Çünkü fazla eşya almamışlardır yanlarına. Minimum eşya ile yolculuğu bitirmeye çalışırlar; ama genelde unuttukları yüzünden bir dönerken ellerinde fazladan birkaç çanta daha bulunur. Yeni aldıklarını taşımak için. Bazı "taşınanlar" bu gruptakilerle dalga geçebilirler...

3) Teknoloji bağımlıları: Bu gruptakiler için en önemli olan şey yolculuklarında kalacak yerlerde internet olup olmadığıdır. Pijamalarını unutabilirler ama taşınabilir bilgisayarlarını ve o bilgisayarların şarj aletlerini asla! Onların amacı yolculuğu dolu dolu geçirmektir. Bavullarına kalacak günden fazla kitap koyabilirler. Yanlarında her zaman mp3 çalarları bulunur müzik dinlemek için. Bu tipler için ne giydikleri değil zamanlarını nasıl geçirdikleri önemlidir. Bence bu tipleri teknolojik aletleri ile yalnız bırakın... Onlar öyle mutlular...

Şimdiiii geldik bavul hazırlarken yanınıza almanız gereken önemli eşyalara: Nüfus cüzdanı, para, ev anahtarı, biletler, pijama, diş fırçası, diş macunu, sıkılanlar için kitap, otobüs yolculuğu için küçük yastık vb. Ben size küçük bir liste yaptım belki işinize yarar. Çıktığınız yolculuklarda ihtiyacınız olan bütün eşyalarınızın tam olmasıyla dileğiyle...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Müşteri Her Zaman Haklıdır (!)

Hayır değildir! Sadece hizmet sektöründe yöneticiler müşterilerin egolarını tatmin etmek için yazarlar ya da derler "Müşteri her zaman haklıdır" ya da "Müşteri velinimettir" gibi; ama onlar da bilir ki müşterinin her zaman haklı olması imkansız. Şöyle düşünün hayatın akışı gereği herkes birbirinin müşterisidir ve dünyada herkesin haklı olma ihtimali var mıdır? Eğer evet diyorsanız sizin için benim yazım burada bitmiştir. Hayır diyorsanız yazımı okumaya devam edebilirsiniz. Size bu konunun nasıl aklıma geldiğini anlatayım. İki ay önce bir şirkette gizli müşterilik yaptım. Evet, artık itiraf etme vakti geldi ben bir gizli müşteriyim! Size hemen gizli müşteri ne demek onu açıklayayım. Gizli müşteri argo tabiriyle görüp görebileceğiniz en "kıl" müşteridir. Çünkü, sizden çok ayrıntılı siparişler isteyebilir ve sizin tavrınıza göre de bir rapor yazar. Mesela ben sanal bir mağazadan bir ürünü ikiye bölüp iki ayrı pakette getirmelerini istemiştim. Başaramazlarsa benden eksik not alacaklardı. Eminim o isteğimi okuduklarında "Nasıl insanlarla uğraşıyoruz demişlerdir". Bunun üzerine de ben düşündüm taşındım ve müşteri çeşitlerini esprili bir dil ile anlatmaya karar verdim. Maddelerle müşteri çeşitleri:


1) Sakin olanlar: Eğer hizmet sektöründe çalışıyorsanız hep karşılaşmak istediğiniz müşteri tipidir. Çünkü bu müşteriler çok sakindir. Her koşula ellerinden geldiğince uyum sağlarlar. Mesela istedikleri ürünün onlara göre bedeni mi yok başları öne eğik "Sağlık olsun" derler. İstedikleri yemek kalmamış mı hemen B planı olarak başka bir yemek sipariş ederler. Bağırıp çağırıp o mekanı terk etmezler. Bu müşteri tipinde dikkat edilmesi gereken sadece bir nokta vardır; sınırları zorlamayacaksınız. Çünkü, sınırları zorlamaya başladığınız an bu cici insanlar bir anda patlamaya hazır bir bomba haline gelebilirler. Dikkatli olun benden söylemesi...

2) Sabırsızlar: Bu tipleri hemen fark edebilirsiniz. Adları üzerinde sabırsızlardır. Genelde alışveriş yapmaktan pek hoşlanmazlar ve bu eylemi zorunluluk olduğundan yerine getirirler. Tek hedefleri bir an önce istediklerini elde edip o mekandan uzaklaşmaktır. Bu tipler fazla seçici değillerdir. Bir ürünü beğenirlerse hemen alabilirler ya da yemek yerlerinde hep aynı yemeği söyleme özelliğine sahiptirler. Genelde de o yemek en kısa sürede hazır olan yemektir. Bu tiplerin hep acelesi vardır. Bir yere yetişmek zorundadırlar. Bir de kuyrukta bekleme durumları vardır ki en nefret ettikleri durumdur. Bir anda melek gibi olan sabırsız müşteri tipi şeytana dönüşüp kuyrukta "kaynak yapma" yani hiç kimseye belli etmeden önlere geçme taktiğini uygulayabilirler. Bu konuda bu tiplere karşı önlem almak gerekebilir.

3) Tasarruflular: Bu müşteri tiplerinin en yaygın kullandığı laf: "Ben kaliteyi ucuza almak istiyorum"dur ki genelde de bunu başarırlar. Ellerinde bir ajanda tutabilirler sırf indirim günlerini kayıt edebilmek için. Bu tiplerin genelde birkaç markaya sempatisi vardır ve o markaların indirim anları için pusuya yatmışlardır. Öyle ki neredeyse günü gününe saati saatine indirimi sezebilirler ve çok pahalı ürünü indirimli fiyatla aldıkları an insanlarla bu başarısını paylaşırlar. "Ayol geçende bir gömlek aldım %70 indirime girmişti, hemen kapıverdim. Enayi miyim ben ayol mevsiminde alayım o gömleği" gibi cümleleri bu tiplerden çok duyarsınız. Sevimli tiplerdir ben severim kendilerini.

4) Titizler: Bu müşteri tipini neredeyse mutlu etmek imkansızdır. "Mükemmelliyetçi" diye oluşturulan kelime aslında titiz müşterileri ile eş anlama gelmektedir. Hizmet sektöründe olanlar genelde bu müşteriyi kendi hallerine bırakırlar; müşteri ilk önce yeri gezer ürünlere ayrıntılı bir biçimde bakar. Söz konusu olan ürün kıyafet ise kumaş türü, dikiş şekline hatta etiketine kadar bakabilirler. Sonra da ürün hakkında orada çalışan elemanın bile bilemeyeceği ayrıntılı sorular sorabilirler.  Bir yemek yeme mevzusu için ise menüde bulunan her yemeği sosundaki domates miktarına kadar sorup garsonu çileden çıkarabilirler. Bu müşteri ile iletişim kurmak zordur. Bu yüzden de bu müşteriler için de bütün ürünler hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmak gerekir.

Hep sakin olan müşterilerle karşılaşmanız dileğiyle... Okuduğunuz için teşekkür ederim.

22 Ağustos 2010 Pazar

Buraya Park Etmek Yasaktır!

Geçen hafta tatil yapmak amacıyla ailemin yaşadığı yer olan Giresun'a geldim. Giresun küçük bir Karadeniz sahil kentidir. Çoğu küçük şehirde olduğu gibi Giresun'un da gezmek için bir tane caddesi vardır "Gazi Caddesi." Diğer kalan bütün caddeler de o büyük caddeye paralel olarak bağlanır. Yani Giresun'da kaybolma riskiniz neredeyse sıfırdır. Bu kadar bilgiden sonra ne alaka demeyin hemen anlatacağım.Bugün eve gelmek için dolmuş durağına yürürken şok edici bir manzara ile karşılaştım. Giresun'da trafik sıkışmıştı! Neden mi? Çünkü, bir amca birisini bekliyordu yolun ortasında durmuştu; iki araç arkadaki kamyonetin şoförü ise yerinde bile değildi. Sırf bu iki araç yüzünden trafik felç olmuştu ve ben de bu manzarayı gördükten sonra park etme konusunda bir yazı yazmak istedim. Türkiye'nin her yerinde olan bir sorun: "Park etme sorunu"; öyle ki bence Milli Eğitim Bakanlığı bu işe el atıp trafik ile ilgili olan derse park etme ile ilgili de bir ünite koymalı tabi dersler boş geçmiyorsa. Karşınızda maddelerle normalde garip; ama Türkiye'de olağan olan park etme davranışları:

1) Yasaklar delinmek içindir: Millet olarak bu ilkeyi hayat felsefesi haline getirmişiz de benim haberim yokmuş. Park etmek istemese bile insan park edilmez tabelasını görünce ben buraya park etmeliyim diyerekten hemen arabayı o tabelanın önüne yaklaştırıyor. Çok gördüm oradan biliyorum; ukalalık yaptığımdan değil. İşin ilginç yanı tam olarak ironik bir manzara ile karşı karşıya kalmamız! Bir "araba çekilebilir" tabelası ve önünde de park etmiş bir araç. Her zaman o arabanın karşısında bir yer bulup, oturup çekirdek çitleye çitleye arabanın çekilmesini izlemek istemişimdir. Oraya araba park etmenin mantığı nasıldır bir türlü anlam verememişimdir. Anlam veren varsa yorumlarınızı bekliyorum...

2) Yolun ortasında dörtlüleri yakıp bırakanlar: Evet bunu yapan kibar insanlar var. En azından arkasında boş boş beklemiyorsunuz; "Hııı dörtlüleri yaktığına göre bir süre burada kalacak bari sollayayım da geçeyim" mantığı güdüyorsunuz ve solluyorsunuz. Eğri oturup doğru konuşalım bu çok yapılan bir davranış. Mantık "abi 2 dakikalık işim var o kadar yol yürüyeceğime hemen bırakayım sen beni sollarsın!"; tamam kabulum sorun yok. Düşünceli davranan bir kardeşimiz. Benim yaşadığım sorun onlar arabaya binerken yaşanan durum. Yol onlarınmış gibi davranan bazı kibar vatandaşlar hiç arkadan araba geliyor mu diye merak etmeyerekten "dan" diye kapıyı açıp direksiyon başına geçmek isterler. Bu kibar vatandaşlara sesleniyorum hayatınız riskli! Dikkatli olmayan bir sürücü sizle birlikte arabanızın kapısını alıp uzaklaraaa götürebilir. Sadece uyarmak istedim.

3) Ego tatmin edenler:  Eğer bu yazıyı okuyan bir psikoloji öğrencisi varsa ona bir önerim bu ego tatmin edenlerle ilgili bir tez yapılmalı! Bu ehliyet almış şoförler genelde arabayı park etmek için uğraşmazlar. Gelişigüzel bırakırlar. Bu da genelde araba düzeltme problemi olmadığından çapraz gerçekleşir. Sadece merak ettiğim arkadan geçecek araçları hiç mi düşünmezler? Sırf bu çapraz park eden arabalar yüzünden trafik yavaşlar bu da yetmezmiş gibi bir sürü insanın siniri bozulur. O yüzden bu tür araba park edenlerin "abi ben kitleleri böyle peşimden sürüklerim" hesabı ego tatmin etmek istediklerini düşünüyorum.



4) Görme bozukluğu olanlar: Genelde park yeri için ayrılmış olan yerlerde çizgiler vardır. Bu çizgiler de standarttır, yani bütün arabalar rahatlıkla o iki beyaz kalın çizgi arasına girebilirler; ama bizim bazı görme bozukluğu olan şoförlerimiz nedense o çizgiyi pek umursamazlar ve yukarıda belirttiğim ego tatmin edenler gibi gelişigüzel park ederler. Eğer normalde park sıkıntısı olan yere park ettilerse kendileri hakkında pek iyi düşünceye sahip olmayan insanlar olabilir.

Bir de görme bozukluğu olanların tabela okuyamayanları vardır ki bu çok fena. Bu insanlar genelde engelli yerlerine park etmek isterler. Nedeni ise ayakları rahatlıkla hareket edebilse bile kapının dibinde olma isteğidir. Kapıya ne kadar yakınsa o kadar iyidir mantık. Ayakkabılar eskimesin değil mi? Bu insanlar "Artık engelli biri varsa zaten bir şekilde gelir ya da dışarı çıkmasaymış. Bana mı sordu diyebilirler."

5) Dakik olanlar: Türkiye'de arabalar çoğaldıkça park yerine ihtiyaç arttı. Tabiki her alanda olduğu gibi bizim zeki girişimciler park yerleri ortaya çıkarmaya başladılar ve ücretli hale getirdiler. Bu da normalde dakik olmayan bizleri dakikliğe itmek zorunda kaldı. Nasıl diyorsanız okumaya devam edin; çünkü anlatmaya başlıyorum. Malum teknoloji gelişti bu da her işimez bilgisayarların girdiği anlamına geliyor. Bilgisayar girmesi demek otomatik bir durumla karşı karşıyayız demek. Mesela bir otoparkın iki saati 5 TL ise  iki saat bir dakikası 7,5 TL olabilir çünkü sistem iki saati geçtiğini gösterir. Bu da bizi mecburen dakik yaptı.

Bu davranışlar sadece birkaçı daha neler var neler. Burada yazılanlar dışında gördüğünüz davranışlar varsa yorumlara ekleyebilirsiniz. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Türkler İnsan Klonlamayı Başarırsa...

Klonlamak, son yıllarda baya revaçta olan bir konudur. İleri teknolojisi olan ülkeler insan klonlama konusunda çok ciddi rekabet içindeler. Hatırlarsanız; Dolly vardı klonlanan kuzu... Hatta klonlanan kedi bile var; fotoğrafını bizzat gördüm. Klonlama işine para ayıran ve emek harcayan ülkeler var. Yani bu işi baya ciddiye alıyorlar. Türkler ise henüz bu teknolojiden haberleri yokmuş gibi davranıyorlar. Bırakın kuzu, kedi klonlamayı sivrisinek bile klonladıklarını duymadım. Bu gün size hiç oluşturulmamış bir senaryo yazacağım. Ya Türk Bilim Adamları insan klonlamayı başarırsa? Sizce dünya çok ilginç bir yer haline gelmez mi?  Maddelerle senaryom:

1) İlk faydalanacak insanlar politikacılar: Biliyorsunuz ki siyasete atılan bir politikacı ciddi bir olay patlak verene kadar ya da ölene kadar siyaseti bırak(a)mıyor. Bence, koltuk sevdası dedikleri tam anlamıyla bu. Bu yüzden de diyorum ki Türkler insan klonlamayı başarırsa belli bir koltuğa oturmuş siyasetçiler (!), koltuğu bırakmamak pahasına parasının son kuruşuna kadar bu teknolojiye yatırım yapacaktır. Okul, hastahane neymiş ki bizim o politikacıya ihtiyacımız var! E insan da ölümlü olduğuna göre ölümsüzlük formülü gibi algılanan klonlanmaya ciddi paralar aktarmak lazım ki o politikacı hep hayatımızda kalsın, bizi aydınlatsın. Bu yüzden de bence, insan klonlama miladından sonra halk değişir, meclistekiler, televizyondakiler değişmez. Hep beraber rütin bir hayata bağlarız. Ruhsuzlaşırız, sinirlenmeyi bırakırız...


2) Asosyalleşme başlar: "Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin" cümlesinin çok söylendiğini duyuyoruz. Artık hiç kimse birbirine güvenemez oldu, benim benden başka dostum yoktur felsefesi dönmeye başladı etrafta. Bu yüzden de insan klonlamanın icat edilmesiyle birlikte insanlar ne yapar eder parasını biriktirip kendilerini klonlatırlar ve kendi kendilerinin arkadaşları olurlar. Bir de şöyle tipler vardır etrafta: "Çok şanslısın, keşke benim kaşıma da benim gibi, biri çıksın" diyenler. Bu insanlar politikacılardan sonra kendilerini klonlatacak egosu tavan yapmış insanlardır.
Bir de klonlanma arttıkça çok farklı bir sorunla karşı karşıya kalırız. "Hangisi orijinal acaba?", düşünsenize sırrınızı paylaştığınız biricik dostunuz ya o değilse... Bence büyük bir kaos yaşatır bize. Bu yüzden de diyorum ki taklitlerden sakınınız..

3) Devlet işe el atar: Sizce kambersiz düğün olur mu? Eeeee olmayacağına göre devletsiz de klonlanma olmaz. Devlet doğal olarak pat diye klonlanma ile ilgili yasalar çıkaramaz; millet yasalar çıkana kadar o boşluğu hemencecik değerlendirip kendini klonlatmaya çalışır.  Sonra devlet işe el atar ve vergi getirir. "Klonlanma vergisi"; ama buraya ek bir not düşmek istiyorum: "Yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı!" Klonlanma vergisi paşa paşa ödendikten sonra sıra bu işin prosedürüne gelir. Tabi bu prosedür de devlet adamları kendilerini klonladıktan sonra olur. Devlet, bir sürü kağıt ister ve klonlanma işini baya bir yokuşa sürer. Zaten insanın kendini klonlatmasının diğer amacı da budur; yeni klonlanmış insanı kendi yapması gereken yığınla bürokratik işlerle yapayalnız bırakma ve keyfine bakma...

4) Dünyayı ele geçirmeye çalışırız: Biliyorsunuz ki, Türkiye'den yurtdışına özellikle de Almanya'ya göç eden çok. Hatta "Alamancı Türkler" diye de bir tabirimiz vardır. Şimdi sorarım size "Alamancı Türkler"in Türkiye'de yaşayan Türkler'den neyi eksik? Tabiki onlar da kendilerini klonlatma hakkına sahipler. Hele de yurtdışında hayat yalnız başına çekilmezken. Türkiye'de klonlanma arttıkça "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözüyle çıkar diğer ülkeleri sömürgemiz haline getirebiliriz.

5) Farklar arasında problemler ortaya çıkmaya başlar: Bir süre sonra klonlanan insanların klonları kendilerinin sömürüldüğünü hissederekten, isyan etmeye başlarlar. Bu sorunada hükümetin müdahale etmesi gerekebilir ve bu müdahalenin ismi de "Klon Açılımı" olabilir. Bu açılımı ilk başta hükümet dahil kimse anlayamaz; ne yapıyoruz acaba biz derler. Sonra yavaştan, bir yerlere gelmiş meslek gruplarıyla konuşurlar bir anlam katmaya başlarlar. Sonrasında ne olur bilemem ama; basını oyalayacak yeni bir terim çıkar literatüre.

Türkiye'nin bir yanı tembelleşirken kalan kısmı da şu an ki gibi olur. Nüfus patlamasından bahsetmiyorum bile. Kahvelerde ciddi bir artış olur. Çaycılar servetlerini 2'ye katlar. Hatta kahvelerdeki oyunların olimpiyatları çıkar. Her yıl Dünya Okey ve Pişti Olimpiyatları olduğunu düşünsenize... Okeyde taş çalan diskalifiye ediliyor. Şampiyonun çıktığı ve aynı zamanda da diskalifiyelerin en sık yaşandığı milleti de söylememe gerek yok diye düşünüyorum.

Bence şu an düzenimiz iyi. Türk Bilim Adamları aynen bu şekilde devam etsinler. Ne gerek var klonlanmaya öyle değil mi?

15 Ağustos 2010 Pazar

Yolculuk Nereye Kardeş?

2008 yılında bir öğrenci programı ile yurtdışına çıktım. Gideceğim ülke Amerika olduğundan doğal olarak vize almam gerekti. Amerika'ya gitmeye karar aşamasından pasaportumda vizemi görene kadar geçen süreçte çok şey öğrendim. Öğrendiğim ilk kurallardan biri de "yurtdışına zorunlu olmadıkça çıkma!" idi. Çünkü, vize için gereken belgeler için muhtemelen bir orman bitiriyoruz yani Türkiye içten içe çöl oluyor! Malum küresel ısınma pardon küresel iklim değişikliği yaşıyoruz! Yani ben bu kadar belge toplamanın yani vize almanın tam anlamıyla özel hayat ihlali olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de gitme kararı alanların tekrar düşünmesi için bu yazıyı yazmak istedim. Karşınızda maddelerle yurtdışına çıkmak isteyen bir insanda bulunması gereken nitelikler:

1) Sabır: İlk olarak size bir soru: Yurdışına çıkmak istiyor musunuz? Bu soruya "evet, istiyorum" dışında herhangi bir cevap veriyorsanız uçak biletinizi almadan vazgeçin. Çünkü, hayatınızda yeterince sorun var ve belge hazırlamaya ayıracak vaktiniz yok! Evet, dediyseniz hazır olun, çünkü hazırlayacak bir ansiklopedi kalınlığında olacak dosyalarınız var. Kendi hayatınızın ansiklopedisi, aynı ansiklopedilerde olduğu gibi içinde hiçbir duygusal bilgi yok, sadece sizin hakkınızda somut veriler var. İşte bu yüzden de önceden de belirttiğim gibi ben yurtdışına yolculuğun özel hayat ihlali olduğunu düşünüyorum. Gitmek zorunda değilseniz gitmeyin ya da paranız varsa sizin yerinize evrakları toplayacak sabırlı birini tutun. Ha, hala ısrarcısınız ben gitmek zorunda değilim, tatil amacıyla gitmek istiyorum diyorsanız;size bir öneri Türkiye'de de bir çok gezilecek görüşecek yer var. Hatta, müjde bazı ülkelere vize kalktı! O ülkeleri tercih edebilirsiniz! Hala vize almak istiyorsanız, yanınızda kalp ve sinir ile ilgili sizi rahatlatacak ilaçlar bulundurun. Çünkü bu ilaçlara gerçekten ihtiyacınız olacak...

2) Meymenetsiz surat: Sevimli bir tipiniz varsa ve bütün fotoğraflara baş 33 derece omuza doğur eğik ve 32 diş sırıtarak poz veriyorsanız, belgeleri toplamak için bile uğraşmayın. Çünkü, size kötü bir haberim var; yurtdışına çıkamazsınız. Bunun nedenini size hemen küçücük bir örnekle açıklayayım. Yaknınızda varsa fotoğraflı vize basılmış bir pasaporta bakın ve fotoğrafı inceleyin. Sizce de hapishane kaçkını gibi durmuyor mu? Sanki yurtdışına ömür boyu hapis yatmaya gidecekmiş gibi. Dünya güzeli bile olsanız çirkin çıkarsınız arkadaş! Size vize için gereken fotoğrafın yapısını anlatayım: Uzun saçlıysanız saçlar kulak arkasında olacak, küpe bulunmayacak, boynunuz görünecek ve gülümsemeyeceksiniz. Vesikalıkta kafanı fotoğrafın bilmem kaçta kaçını kaplayacak, unutmayın ki görevliler bu kurala karşı aşırı derecede hassaslar. Hemen sizi geri yollarla ve tabiki konsolosluk karşısında bulunan fotoğrafçıda fotoğraf çektirirsiniz. Yaşadım ondan biliyorum. Bu yüzden de bence vize fotoğrafı çektiren fotoğrafçıların gerekli eğitimden geçmiş üniversite mezunu olması gerekir.


3) Umursamaz olmak: İstenilen bütün belgeleri tamamlamayı başardıktan sonra, 2. adıma geçmeye hak kazanırsınız. Bu da konsoloslukta yapılacak olan mülakattır. Terör son dönemlerde tavan yaptığı için konsolosluklar ülkelerine gönderdikleri kişilerin yüzünü görmek istiyorlar. Bu yüzden de yurtdışına gitmek isteyen zavallı (!) vatandaşlar, güvenlik konusunda Pentagon'u aratmayan konsolosluklara gidiyorlar. Bu da cep telefonu yasak, kamera, fotoğraf makinesi ve çeşitli kayıt yapan cihazlar yasak anlamına geliyor. Hatta mümkünse cüzdanınızı bile götürmeyin. Ben açıkcası kıyafetlerimizle girebildiğimize şükrediyorum.

Konsolosluğa girişten mülakattan çıkışa kadar olan süre zarfında kayıtsız olmanız gerekiyor, çünkü çoğu görevlinin duyguları yok. Çoğu yüzünüze baksa da duvara bakıyormuş gibi davranıyorlar ve belgelerinize bakıyorlar. Bu görevlilerin radar gibi gözleri vardır. Belgelerinizdeki eksikliği ya da fotoğraftaki çekim hatasını hiç tahmin edemeyeceğiniz bir hızda farkederler ve yüzünüze karşı bıkkın bir ifadeyle "Bu gün kaçıncı! Yeni fotoğraf çektirmeniz gerekiyor" der ve sizi yalnızlığınızla başbaşa bırakır. Öyle ki tekrar randevu almanız gerekebilir, bu yüzden de lütfen umursamaz olun ve sinirlenmeyin. Bu işe bulaştınız bir kere. Ben sizi baştan uyarmıştım. Unutmayın ki hayat sinirlenilmeyecek kadar güzel...

Bu yazıyı okuduktan sonra hala "Evet, evet ben yurtdışına çıkmak istiyorum!" diyorsanız, gerçekten azminize hayran kaldım. Bu azimle devam ederseniz başbakan olup vize belgeleri ile uğraşmak zorunda kalmazsınız size şimdiden iyi yolculuklar...

10 Ağustos 2010 Salı

Dikkat Uzaylı!

Beni tanıyanlar bilir; çok fazla film izlerim. Şöyle ki hemen hemen her gün bir film bitirme performansım vardır. Bu hobi diyebileceğim alışkanlı ve üniversitede aldığım sanat dersleri ile birleşince kendi çapımda bir film eleştirmeni oldum. Filmlerde, eğer o konu hakkında temel bir bilgi birikimim varsa neyin neyi sembolize ettiği ya da kamera hatalarını görüp tespit edebilirim. Geçen gün televizyonda "İşaretler" adlı filme rastladım. Bilmeyenler için küçük bir özet geçeyim: filmde uzaylılar bir tarlaya işaret bırakıyorlar ve film böyle devam ediyor. Filmi izlerken aklıma çeşitli sorular geldi. Uzaylılar filmlerde neden hemen hemen standartlar? Acaba o standart olan uzaylı bu evrende yaşıyor mu? Yoksa mutasyona uğramış bir insanla karşı karşıya mıyız? Şaka bir yana bu gize filmlerde gördüğümüz uzaylıları anlatacağım:

1) Dış görünüşleri: Onların da insanlar gibi iki gözleri ve bir burunları vardır. İnsanlardan farkı antenleri ve ten renkleridir (genellikle yeşil olurlar). Şöyle diyeyim ben bu zamana kadar hiç turuncu gözleri olmayan bir uzaylı görmedim. Kıyafet giyen uzaylı da görmedim. Adamların içleri dışları bir! Bu yüzden de izlediğim çok sayıda uzaylı hakkında olan Amerikan filmlerini baz alarak, film yapımcılarının gerçek hayatta uzaylı gördüğüne inanıyorum. Çünkü, yaratıcılık sıfır. Yaratıcılığın yok olması da o şeyi algılamakla başlar. Hemen izah edeyim, ilköğretim 2. sınıf öğrencilerinin çizdiği ev ile 3. sınıf öğrencilerinin çizdiği bir ev resmi çok farkediyor. Çünkü, büyüdükçe kafada bir kalıp oluşuyor ve ondan da öteye gidilmiyor. Yapımcıların ve yönetmenlerin başına gelen bu işte! Kafadaki yıkılamayan kalıplar...
,
2) Ya dosttur ya düşman: Kafanızda "Eee başka ne olabilir k?" sorusunun sorduğunuzu duyabiliyorum.Şöyle diyeyim; arkadaş olamıyorlar malesef. Hiçbir uzaylı: "Ben geçerken uğramıştım. Dünya'nın kahvesi meşhurmuş, bir içeyim, gideyim" demez. Uzaylıların ya canları sıkılmştır "Dur, şu Dünyalılara yardım edeyim, sevaptır" mantığı ile bize teknoloji getirirler ya da düşman olarak bizden bir maden almak isterler. Hatta daha da kötüsü insan ırkını incelemek isterler; ben bunu yukarıda da belirttiğim gibi tamamen can sıkıntısına bağlıyorum, ya da uzaylılar bunalımdadır. Olamaz mı? Buradan bu yazıyı okuyan uzaylılara sesleniyorum "Madem o kadar teknolojiniz var; bütün evren sizin demektir. Dünya'da kasmanın anlamı yok!"


3) Hep Amerika'da görülürler: Hiç Afrika'ya giden bir uzaylı gördünüz mü? Bu uzaylıların Amerika'ya gitmesi yetmezmiş gibi bir de ukalalık yapıp "Ben sizin başkanınızla görüşmek istiyorum" derler. İnsanlarla nasıl anlaştıkları konusuna girmeyeceğim bile. Uzaylı filmleri hep Amerika'da çekildiğinden bu işin tekeli Amerika'dadır. Lütfen, rekabete girişmeyin!

4) Öldürülebilirler: Bu çok tuhaf değil. Bunu kabullenmek çok kolay; fakat Dünya'ya kaç ışık yılı uzaklıktan sağlam bir şekilde gelebilmiş uzaylılar, Dünya'nın 3/4'ünün su olduğunu bilmeyip, su gibi bir madde ile öldürülebildikleri halde gelebiliyorlar. Sizce bu bir çelişki değildir de nedir? Bu yüzden de suyla öldürülebilen bir uzaylı görürsem "Kaç kaç" diyeceğim. Yazıktır, günahtır. Onlar da canlı neticede...

5) Fabrikadan çıkarlar: Bu zamana kadar çok uzaylı filmi izledim ve animasyonlar haiç hiç obez bir uzaylıya rastlamadım. Neden uzaylı kolonisi amip gibi çoğalmış gibi? Bence filmlerde uzaylıların da kendileri arasında kişilikleri olmalı. Meselai sakar bir uzaylı olsun izlerken gerilirken bir yandan da gülümseyelim.

6) Araçları: Gözünüzün önüne yuvarlak hatta elips şeklinde uçan bir cisim geldiğini düşünüyorum ki filmlerin bizde yarattığı algıda tam anlamıyla budur. Bu araçlar gelirler ve uzaylılar içinde ya ışınlanarak ya da merdiven ile aşağıya insan usulü toprağa inerler. Sonra da genelde ayakları ile tıpış tıpış yürürler. Bence bu uzaylılar şekil değiştirmiş Dünyalı.

İşte benim uzaylı filmleri hakkındaki görüşlerim böyle. Yukarıda da belirttiğim gibi gördüğümüz çoğu uzaylılar yaratıcılıktan uzak. Filmlerde daha yaratıcı şekillerde olan ve davranan uzaylılar görmek dileğiyle...

8 Ağustos 2010 Pazar

Ya Tutarsa?

Bu başlığı gördüğünüzde merak edip tıklamışsınızdır. Benim amaçlarımdan biri de zaten ilk başta başlık ile ilgi çekmektir. Okuduktan sonra beğenmek ya da beğenmemek tabiki size kalmıştır bu yüzden de olumsuz eleştirilere kendimi geliştirmek adına her zaman açığım belirtmek istedim. Lafı uzatmadan yeni konumu anlatayım. "Ya tutarsa?" şans oyunları hakkında bir yazı olacak. Bu konunun da aklıma nereden geldiğini anlatayım yaklaşık 2-3 hafta önce bir arkadaşımla Sayısal Loto'da ortak bir kupon yaptık ve büyük ikramiyeyi kazanacağımıza kendimizi o kadar inandırdık ki... Hemen hayaller kurmaya başladık; araba alırız, bahçeli ev alırız, dünya turuna çıkarız gibi. Sonunu herhalde anlamışsınızdır; "Yine bize hüsran vardı!" Bu şans oyunu beni baya düşündürdü. İnsanlar olarak kısa yoldan zengin olmak istiyoruz; ya bütün dileklerimiz gerçekleşirse ne olacak? Bence amaçsız kalmak insanı depresyona sürükler. Hedefinize ulaşmayı deneyin. İşte bu sizi çok daha mutlu eder... Karşınızda maddelerle şans oyunları:

1) Çıkmaz demeyin şansınızı deneyin: Bu şarkıyı şu anda mırıldandığınızı tahmin edebiliyorum. Pazarlama stratejisine hayranım: Buradan Milli Piyano İdaresi'ni tebrik ediyorum; baya etkili bir akım yarattılar. Bu oyunda amaç; para verip onun yerine bir kağıt alıp milyonda bir ihtimalin tutmasını beklemek; ama kesin olan birşey var ki birisine çıkacak ve zengin edecek. Bu oyunda siz kazanamasanız da mutlu olacağınız bir durum: Bir kuruluşa yardım ediyorsunuz, bir de oynayıp da kazanan kişiye birazcık yardım ediyorsunuz ve size tavsiyem kazanan kişiyi uzaktan izleyin; şirket kurarsa üstünde hisse payınız var! Hiç düşünmemiştiniz değil mi?


2) İddaa: Bildiğiniz gibi futbolseverlerin oynadığı bir şans oyunudur. Çok ayrıntılı bilmememe rağmen, gözlemlediklerimi anlatayım. Bu oyunun gazetesi ya da bülten gibi bir olayı var. Bu bültende anladığım kadarıyla değişik ülkelerdeki liglerden maçlar ve o zamana kadar olan istatistikler vs. var. Yani bir sürü sayı bulunmakta. Boş duran insanlar genelde bu bültenleri alıp saatlerce üstüne düşünüp kupon yapıyorlar. Belki başka bir işe yoğunlaşsalar insanlık yararına başka büyük buluşlar yapabilirler. Bence zamanında bu kadar büyük buluşların yapılma sebebi eskiden bu tür oyunların olmaması. Tabi çeşitli devlet kurumlarına yardım etmek istiyorlarsa başka...

3) At Yarışları: Bu tür insanların gerçekten de hayvansever olduğunu düşünüyorum. Neden mi? Çünkü, paralarını bir hayvanın hızlı koşmasına bağlıyorlar. İnsanlar sevmediği işlere paralarını bağlamazlar. Bu hayvanseverlere başarılarının devamını diliyorum...

4) Kazı kazan: Anlık bağımlılık yapan bir şans oyunudur. Ayrıca insanların açgözlü olduğunun da ilginç bir örneğidir. Çok nadir kazı kazandan ciddi paralar kazanılmıştır ki az da olsa para kazanan da azdır bence. İlk olarak olay şöyle gelişir: Birisi kazı kazancıyı görür. Sonra "aman ne olacak 50 kuruş topu topu" düşünceleriyle kazı kazanı alır ve olaylar silsilesi başlar. 1 TL çıkmıştır; 2 tane daha alır ve parası bitene kadar bu durum devam eder. Sonra tabiki zarar çıkar; arada kazanmış olsa da kendi kendini daha büyük oynamaya teşvik eder. Kazanamamayı yediremezse bu olaylar kazı kazancıda kazı kazan kalmayana kadar devam eder. Sizce bu açgözlülük değildir de nedir?

Bu maddelere eklenecek çok fazla şans oyunları var. Benim bu yazıda demek istediğim; hayallerinizin peşinden koşmak bir biletle olmamalı. Çalışmak insanı çok daha mutlu eden bir yoldur. Hayallerinizin hep gerçekleşmesi ve hiç amaçsız kalmamanız dileğiyle... Okuduğunuz için teşekkür ederim.

3 Ağustos 2010 Salı

Türk Eğitim Sistemi'nin Bana Kattıkları...

Yukarıdaki başlıktan da anlaşılacağı gibi bugün Türk Eğitim Sistemi'ni mizahsal bir boyutta eleştireceğim. İlk önce bu konunun nereden aklıma geldiğini anlatayım. Bu ara birçok önemli sınav sonuçlandı ve insanlar harıl harıl ne tercih yapsam diye düşünüyor. Doğal olarak da medya bu tercih dönemini ilgiyle takip ediyor hatta sırf tercihlerle alakalı programlar düzenliyorlar. Ben de televizyonda amaçsızca dolaşırken o programlardan birine rastladım ve düşündüm üniversite sınavına kadar neler öğrendim diye. İşte maddelerle üniversite sınavına kadar öğrendiklerim:


1)Şık olmadan asla: Hiç düşündünüz mü sınavlar bittikten sonra öğrenci seçim yapmakta zorlanıyor? Çünkü elinde 5 şıktan çok daha fazlası var. 5 şıka alışmış bünye yüzlerce şıkla karşılaşınca afallıyor ve doğru kararı veremiyor. Halbuki YÖK sınav sonuçları açıklandıktan sonra herkese 5 tane tercih şıkkı yollasa çoğu insan doğru kararı verecek. Şıklar şıklar şıklar... Hayatımız 5 şıktan 1 tanesini seçmeye bağlı oluyor ve yarış atı efsanesinin gerçek olduğunu anlıyoruz. Üniversiteye geçtiğimizde ise yazılı sınavları görünce okul uzuyor. Bu da gösteriyor ki şık getirin karşımıza başka türlü yapamıyoruz...

2)Çelişkiye sürükler: Ne demek istediğimi sadece iki örnekle açıklamak istiyorum. İlk olarak bize hep tutumlu olmamız ve para biriktirmemiz söylendi öyle değil mi? O zaman paraları kesirlere bölüp harcamak niye? Çoğu problemde elimizde para kalmıyor ya arkadaşımıza veriyoruz borç olarak ya da bize lazım olmayan araç gereçlere harcıyoruz. Bu da öğrenciyi doğal olarak hangi davranışın doğru olduğunu düşündürüyor. Ayrıca bize hep kadınlara yaş sorulmaz ayıp dendi. Eeee o zaman neden problemlerde kadınların yaşını hesaplatıyorlar? Eminim kafası karışan yalnızca ben değilim bence bu sorulara birer çözüm bulunmalı.


3)Gerçek hayat çok farklı: Bize özellikle fen derslerinde konular anlatıldı da anlatıldı. Her konunun sonunda ise şöyle bir cümle söylendi öğretmenlerimiz tarafından: "Gerçek hayatta böyle hesaplanmıyor aslında!" Benim bütün motivasyonum giderdi. Madem gerçek hayatta karşımıza çıktığında böyle hesaplayamayacağız o zaman neden gerçek halini öğrenmiyoruz? Burdan sesleniyorum öğrencilerin motivasyonunu düşürmeyelim lütfen zaten yıl sonunda zor tercihli sınavları var. Yazık günah...

4)Pratik olmayı öğrendik: Özellikle ezberlememiz gereken periyodik tablo, formül ve Türkçe'de kullanılan ekler varsa hemen ona uyabilecek mantıklı söz öbekleri bulduk. Çok mantıklı olmasa da mesela "FıSTıKÇı ŞaHaP" bunu her öğrenci bilir. Kim ilk başta uydurduysa büyük hayır işlemiştir, birçok öğrencinin hayır duasını almıştır. Önceden de belirttiğim gibi Türk Eğitim Sistemi'nde ezberlenecek çok formül, ekler olunca bizim pratik zekalı öğrencilerimiz de kendi kafalarından kısa yoldan ezberlemenin yolunu bulmuşlar. Teşekkürler sistem!

Bu anlattıklarım sadece özeti diyebilirim. Eklenebilecek o kadar maddeler var ki... Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Sistemimizin hep olumlu maddelerle karşımıza çıkması dileğiyle...