29 Mayıs 2011 Pazar

İtiraf Ediyorum Ben Bir İnternet Bağımlısıyım!

İTİRAF EDİYORUM BEN BİR İNTERNET BAĞIMLISIYIM!
Nereden mi anladım? Lafı fazla uzatmadan anlatayım. Bildiğiniz gibi internette her geçen gün yeni gelişmeler oluyor, yeni web siteleri açılıyor ve bazıları da çok tutuluyor. Bu çok tutulan web sitelerine de “sosyal medya” deniyor. Sosyal medya sitelerini bilmemek imkansız hemen birkaç tanesini yazayım; Facebook, Twitter,Google vb. Bu sitelere günde belki de milyarlarca insan giriyor. Yani artık internetin çok büyük bir kısmı sosyal medyanın hakimiyetinde. İnternet bağımlısı demek benim gözümde bir nevi  sosyal medya bağımlısı demek. İnternet bağımlısı olup olmadığınızı yapılan testlerle anlayabilirsiniz. Ben oradan anladım ve şok içinde kaldım. Testlerin içinde bulunan birkaç soruyu sizinle paylaşayım:
1)      Önceden kararlaştırdığınızdan daha uzun süre internette kalıyor musunuz?
2)      Hayatınızdaki diğer kişiler, internete ayırdığınız zamanın fazlalığından şikayet ediyor mu?
3)      İnternete fazla zaman ayırmanızdan dolayı notlarınız ya da okul ödevleriniz aksıyor mu?
4)      Gerekli olan bazı şeyleri yapmadan önce ilk iş olarak e-mail'lere bakıyor musunuz?
5)      İnternet nedeniyle gece geç saatlere kadar oturup uykusuz kalıyor musunuz?(1)
Bu sorulardan en az birine bile evet,kesinlikle diyorsanız başkasını kandırabiliyor olabilirsiniz; ama kendinizi kandırmayın. Üzgünüm ama siz de benim gibi bir internet bağımlısısınız. Şimdi gelelim bu bağımlılığın nasıl bir bağımlılık olduğuna.  Yapılan araştırmalara göre internet bağımlılığı; bilgisayar başından kalkınca internetin eksikliğini hissetmek, titreme, terleme gibi belirtilerle kendini gösteriyor. İnterne bağımlılığı en az madde bağımlılığı kadar tehlikeli(2).  İnternet bağımlılığı bazı yerlere göre madde bağımlılığı gibi bir hastalık olarak görülmeye başlanmış. Hatta bu bağımlılıktan kurtulmak için hastane bile açmışlar. Bu hastahanelerden biri de Türkiye’deki Balıklı Rum Hastanesi.  Balıklı Rum Hastanesi Anatolia Şefi Prof. Dr. Mansur Beyazyürek son yıllarda polikliniğe gelen hastalarda farklılık gözlemlediklerini ve bu nedenle de internet bağımlılığı kliniğini açtıklarını söylüyor. Beyazyürek; karı-koca arasında daha önce “kocam bana bağırdı, beni dövdü, karımın dırdırından yıldım” gibi şikayetlerlerle gelirken bu şikayetlerin “kocam işten geliyor, yemek yemeden doğrudan internetin başına geçiyor” olmaya başladığını söylüyor.  Bu örnek Türkiye’de internet bağımlılığının ne kadar yaygın ve önemli olduğunu gösteriyor(3). İnternet bağımlılığının etkisi sadece bunlar da değil. İnternetin yaygınlaşmaya başlamasıyla sadece internetle alakalı değişik hastalıklar çıktı. Bunlardan bazıları :
1)      ego sörfü: internette sürekli kendi ismini ve tanınıp tanınmadığını kontrol etmek.
2)      blog teşhiri: herkesin iyiliği için gizli kalması gereken sırları ve özel bilgileri internette ifşa etmek.
3)       crackberry: modern dünya yöneticisinin laneti. bir cenazede bile kendini, blackberry'yi (telefon etmek, e-posta ve internette sörf için kullanılan popüler elektronik alet) kontrol etmekten alamamak.
4)       google takibi: eski arkadaşlar, iş arkadaşları ve eski sevgililer hakkında google'da casusluk.
5)      fotoğraf araştırma: internette, daha önce hiç tanışmadığınız birinin fotoğraf albümüne bakmak.
6)       wikipediolizm: online ansiklopedi wikipedia tiryakiliği. sitenin bağımlılığı test eden bölümü var.
7)       siberkondri: sağlık hakkında internette yoğun tarama yapıp araştırma sonucunda gereksiz endişeye kapılmak, hastalığını yanlış teşhis etmek."(4)
Okuduğunuz gibi internet bağımlılığı da diğer bağımlılıklar gibi hastalık olarak görülmektedir; hatta ülkemizde bile bu bağımlılıkiçin özel bir hastane bile bulunmaktadır. Yukarıda anlattım, birçok dergi ve gazeteden kaynaklar gösterdim. Birçoğunu onayladınız mı? Etrafınızda böyle insanlar var mı? Yoksa siz kendi adınıza mı onayladınız? Şimdi size soruyorum tehlikenin farkında mısınız?

Kaynaklar

22 Mayıs 2011 Pazar

OOOOOOO Oley Oley Oley!

Bu gece Türkiye’deki erkek nüfusunun tahminimce %90’ı için hayat durmuştur. Çünkü bu gece Süper Lig için kim şampiyon olacak sorusunun cevabı verildi. Bir kısım insan mutlu olurken bir kısmı da mutsuz bir biçimde kaldılar. Benim için ne mi değişti? Bu taraftarlar sayesinde yazı arşivime bir yazı daha sıkıştırabildim. Kaç haftadır bir telaş vardı. Maç geceleri çoğu insan televizyon başına kilitleniyor ve dünya ile bağlantısı kesiliyordu.  Ben de bu insanları bir süreliğine inceleme fırsatı buldum. Bakalım siz de benimle aynı fikirde mi olacaksınız. Benim gözümden maddelerle futbol taraftarları:
1)      Yalancıdırlar: Çok ağır bir ithamda bulunduğumu düşünüyorsunuzdur; ama neden böyle söylediğimi anlatınca eminim bana hak vereceksiniz. Futbolla ilgili az çok bilgim vardır; yani bana “Ofsayt ne?” diye sorsanız, oturup size ayrıntılarıyla anlatabilecek kapasiteye sahibim. Neyse kendimden çok bahsetmeyeyim. Gelelim konumuza, koyu bir Galatasaray taraftarı olarak ben de bu yıl birçok Galatasaray’lı gibi takımıma küstüm. Futbolla ilişkimi kestim. Bu da beni fena bir biçimde yalancı durumuna düşürdü. Hayatımda deplasman olsun, Ali Sami Yen’deki maçlar olsun üşenmeyip maça gidip, Galatasaray’a destek veren ben ve “Yensen Yenilsen Kalbim Hep Senle!” diyen ben, bu yıl takımımın bırakın maçına gitmeyi bırakın bir maçını bile izlemedim. Yani neymiş, kalbim yenince takımımla oluyormuş, yenilince takımımı çok da sıkı tutmuyormuşum. Bu sadece benim için değil taraftarların çok büyük bir kısmı için geçerli. Bu yüzden taraftarlara sesleniyorum: Arkasında duracağınız tezahüratlar yapın!!! Büyük lokma yiyin büyük tezahürat yapmayın!!!

2)      Amaçları dışında hareket ederler: Maç benim gözümde 3 şekilde izlenir: Birincisi evinde kendi televizyonun karşısında çıntı çerezini alıp içen varsa bira ile, ikincisi bir grup arkadaşla kahve ya da yemek yeme yerlerinde, üçüncüsü ise tahmin ettiğiniz gibi futbol oynanan sahada! Eminim bu yazıyı okuyan taraftarların çok büyük bir kısmı bu üç durumu da yaşamıştır. Şimdi bu insanlardan dürüstçe kendilerini sormalarını istiyorum, eğer böyle tanıdığınız varsa onlara da sorun “Maçı sahada izlediğinde aslında ne kadarını izledin?” Gelen cevap çok azını izledim olacaktır eminim ki. Hatta gol varsa maçta; maça gidip o golü görmeden eve gelen bile olmuş olabilir. Durum o kadar vahim yani. Maça giden taraftarlar “12.adam” rolüne kendilerini o kadar kaptırırlar ki maçı izlemeyi bırakıp kendi aralarında bir tezahürat senkronizasyonu yapmaya çalışırlar. Sonuç, yarım yamalak izlenmiş maç, ağrıyan boğazlar ve maç çıkışında yaşanan trafik sıkışıklığı karşısında sinir bozukluğu. Şimdi soruyorum size: Siz maça ne amaçla gitmiştiniz ne ile döndünüz? Yani amacınıza ulaştınız mı?


3)      Batıl inançları vardır: Kendileri en sevdiğim taraftar tiplerindendir. Bu insanlar belli totemleri vardır. Mesela bir maçı izlerken bir forma giydi ve takım o maçta yenildi diyelim. O forma bir daha maç izlerken giyilmez! O forma artık o kişi için bitmiştir belki bir ihtimal pijama olarak hayatına devam eder. Ya da taraftar kişisi çok kritik bir maçı normalde izlemediğiniz bir yerde arkadaşlarıyla izledi ve maçı aldılar. Artık bütün kritik maçlar o yerde aynı insanlarla aynı şekilde izlenir. Kaçarı yoktur. Yani es kaza böyle bir durumla karşı karşıya kaldınız ve maç izlemekten hiç haz etmiyorsanız yandınız! Benden size taraftar tavsiyesi, kritik maçlarda hiçbir taraftar arkadaşınızla takılmayın. Yense de yenilse de siz zararlı çıkarsınız.
Bu maddelere en az 10 tane daha eklenebilir, yukarıdakiler en genel olanları ve örnekleri çoğaltılabilir. Elinizi vicdanınıza koyun ve sorumu cevaplayın:”Yazdıklarım sizce de doğru değil mi?”


10 Mayıs 2011 Salı

Bedenin Dili Olsa da Konuşsa...

Son zamanlarda algıda seçicilik mi yoksa tesadüf mü bilemiyorum; ama her gittiğim eğitimde, seminerde beden dili konusuna mutlaka değiniliyor. Öyle ki artık bu konuda uzmanlaşmaya karar verdim ve Ahmet Şerif İzgören’in kitaplarından biri olan “Dikkat Vücudunuz Konuşuyor” kitabını okumaya başladım.  Meğer bizim bedenimiz neler demek istiyormuş da biz cahilliğimize anlamıyormuşuz. Araştırmalara göre karşımızdaki kişiyi söylediğimiz sözlerin %7’si, ses tonumuz %38’i ve beden dilimizin %55’i etkiliyormuş. Hâl böyle olunca kendi çapımda konuşmaktan çok bede dilime önem göstermeye başladım. Anladım ki insan bir şeyler bilince baya baya şüpheci olmaya başlıyormuş sayın okuyucu. Artık insanların yaptığı her harekette bir mana bulmaya çalışırken ne anlattıklarını dinlemiyorum. Şimdi bir bakın bakalım benim gözümden maddelerle beden diline:

1)El sıkışmak:  El sıkışmanın inceliğini öğrendikten sonra tanıdık tanımadık bulduğum her fırsatta insanların ellerini sıkmaya başladım. Maksat saniyesinde kişilik analizi yapmak. Ne kadar işe yarıyor gelecek gösterecek artık. El sıkışanları kendi aralarında gruplamak gerekirse; birinci olarak “bezgin Bekir” diye tabir ettiğimiz hayattan bezmiş insanların el sıkışma taktiğiyle başlamak gerekir. Bu insanlar sizin elinizi sıktığı an ölecekmiş gibi davranır, hatta el bile sıkmaz sadece elini sizin avucunuza dokundurur. İşte bu insanlar benim gözümde “üşengeç” insanlardır. Bu insanlar el sıkmaya bile üşenirler. İkinci olarak elini yukarıdan getirerek sadece parmak uçlarını avucunuza yaklaştıranlar vardır. Bu insanlar da size tam anlamıyla hastalıklı muamelesi yaparlar. Bulaşıcı bir hastalığınız varmış da o kişi size ne kadar az dokunursa o kadar iyiymiş gibi görünürler. Halbuki bilmezler ki o dokunuşta bile hastalık bulaşabilir. Bu insanlar da benim gözümde (yanlış anlaşılma olmasın) tam olarak “ukala dümbeleği” denilen sıfattırlar. Bu insanlarla iş yapmamanızı tavsiye ederim çünkü her zaman kendilerini sizden üstün görürler. Üçüncü türdekiler ise elinizi hatta mümkünse kolunuzu sizden isteyenlerdir. Bu insanlar elinizi öyle bir tutarlar ki (genel hareketleri aynı anda kol sallamaktır da) “al eve götür” lazım galiba demek gelir içinizden. Yani demem o ki bu insanlar tuttuğunu koparırlar. Bu insanlara bulaşıp bulaşmamak size kalmış…


 2)  Gözler kalbin aynasıdır: Aldığım eğitimlerde göz bebeklerinin önemini öğrendim. Yine ukalalık yaparak yazıyorum.  Araştırmalara göre insanın kontrol edemediği en önemli hareketlerden biri göz bebeklerinin hareketleriymiş. Yani şair doğru söylemiş sayın okuyucu! Gözlerin kalbin aynasıdır! İnsan heyecanlı olduğunda gözbebekleri büyürmüş mesela ya da karşısındaki kişiden hoşlanıyorsa. Yalan söylediğinde sanılanın aksine karşı taraf iyi bir yalancıysa uzun uzun göz kontağı kurulurmuş. Bir de ilginç bir bilgi vereyim size; eğer bir insan düşünürken başka tarafa (genelde tavana) bakmıyorsa anlayın ki diyeceklerini önceden düşünmüştür ve ezberden okuyordur. Dikkat edin bana hak vereceksiniz…

3)  Nasıl oturmalı? : Yine yapılan araştırmalara göre (bilim adamlarının artık başka işi kalmadığını düşünüyorum) insanların oturuşu ve özellikle de bacak bacak üstüne atma şekli kişiliğini ve karşı tarafa karşı ne hissettiğini gösterebiliyormuş. Yani sayın okuyucu benim karşımda otururken dikkat etmelisin. Eğer parmak uçların bana dönükse bilirim ki beni düşmanın olarak görüyorsun ya da ayakların kapıya dönükse bilirim ki sıkıldın benden kalkmak istiyorsun. Bu yüzden dikkatli olun otururken…

Diyeceğim o ki beden dili bilimi (bilim mi bilmiyorum) tam bir muamma. Yukarıda yazdıklarımın çoğu benim edindiğim bilgilerle kişisel görüşlerimdir. Çok da ciddiye alınmamasını şiddetle tavsiye ederken, içinizin dışınızın bir olmasını öneririm. Karşınızda beden dili bilen varsa en azından yalancı duruma düşmezsiniz. Her zaman söylediklerinizle beden dilinizin uyması dileğiyle…

27 Mart 2011 Pazar

Basın...

Bu yazının başlığı nasıl olsun diye çok düşündüm; fakat kelimeler kifayetsiz kaldı. Ben de yazmak istediğim konuyu sözü uzatmadan başlıkla anlatayım dedim. Bu yazımda “basın”ı ele alacağım. Libya’daki olaylar, Japonya’daki nükleer kriz ve İbrahim Tatlıses’in vurulması üçgeni arasında bu aralar gündem çok yoğun.  Japonya’daki büyük depremden sonra pat diye gündeme İbrahim Tatlıses’in vurulması haberi düştü ve bir anda Japonya’daki olay arka planda kaldı. Bu da aklıma Josef Stalin’in bir sözünü getirdi: “Bir kişinin ölümü trajedi, bir milyonunki istatistiktir.” Bu ara Türkiye’yi bırakın dünyadaki basın 7/24 çalışıyordur tahminim. Ben de onların bu yoğun temposunu görerek kendimce bir değerlendirme yapayım dedim. Karşınızda maddelerle basının özelli
1) Hayattan zevk alırlar: İçinizden “ne alaka?” dediğinizi duyabiliyorum. Yazdığıma göre bir alaka elbet yaratacağım. İtiraf etmek gerekirse gazete alma alışkanlığım yok; fakat internetin hızla yayılmasıyla birlikte internet gazeteciliği diye bir olay çıktı ve bu olay sayesinde her şeyi an be an takip edebiliyorum. Arada bu gazetelerde gezinirken ilginç başlıklar görüyorum ve “Acaba gerisinde ne anlatıyor?” diyerekten tıklıyorum. Genelde de sonunda çok alakasız bir şey ile karşılaşıyorum. Yani sevgili basın mensupları en sıkıcı bir haberi bile bir cümle ile ilgi çekici hale getirme özelliğine sahipler. Bu da ancak ve ancak hayattan zevk almayla olur. Bence bu nedenden dolayı intihar olayları en az basın-yayında çalışan insanlarda görülüyor.
 2) Uç noktaları severler:  Benim kanaatime göre basın VİP’ten daha önemli. Çünkü günümüzde bir bakıma VİP’i yani çok önemli insanları yapan da basın. Bunu unutmamak gerekir! Basın bir gün bir kişiyi yere göğe sığdıramazken, ertesi gün bir anda yerle bir edebilir. Yani tabiri caizse basın adamı vezir de eder rezil de. Bu yüzden de basına karşı dikkatli olmak gerekir. Şimdi size soruyorum sizce basın uçlarda değil mi

 3) Vurdumduymazlar:  Ne kadar etik bilemiyorum tabi. Onların işi bu fakat yardım edebilecekleri ciddi bir olay varken haber yapan basını bir türlü anlamıyorum ve bu davranışı hiçbir şekilde kabullenemiyorum. Mesela durumu şöyle anlatayım; bir fotoğrafçı açlıktan kurak bir bölgede açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun fotoğrafını çekiyor, hatta o fotoğraf ile ödül bile alıyor. Yapılan bir röportajında o çocuğu alıp yardım etmediği ve yalnızlığa terk ettiği için çok pişman olduğunu söylüyordu. Sizce hangisi doğru; yardım etmek mi haber yapmak mı?


 4) Tehlikedeler: Ne kadar bütün insanlık barış istese de ilginç bir biçimde her gün dünyada bir yerlerde çatışmalar oluyor. Bu çatışmaları da biz televizyonlardan izleyip, gazetelerden okuyoruz. Bu haberler bize kolay yoldan gelmiyor; o çatışmayı çekmek demek o çatışmanın içinde yani sıcak bölgede olmak demek ve hiçbir alaka yokken bir anda kendini savaş içinde bulmak demek. Bu yüzden basını bu konuda çok cesur buluyor ve takdir ediyorum. Herkesin de bu konuda onları takdir etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu maddeler benim gözümden basının genel özellikleri. Her basın mensubu için geçerli değildir tabi ki; ama unutmamak gerekir istisnalar kaideyi bozmaz. Okuduğunuz bütün haberlerin tarafsız ve dürüst olması dileğiyle…


30 Ocak 2011 Pazar

Oturmaya mı geldik?

Geçtiğimiz gece bir topluluğun akşam yemeğine gittim. Salon sadece bizim için ayrılmıştı ve ben hariç hemen hemen herkes birbirini tanıyordu. Yani insanlar rahattı. Yemek masasına oturdum ve zamanın geçmesini yani eve gitme saatinin gelmesini masum masum beklemeye başladım. Ta ki canlı müzik başlayana kadar... Canlı müzik geceyi resmen ikiye bölmüştü; müzikten öncesi ve müzikten sonrası olmak üzere. Konuklar çorbalarını yeni içmişlerdi; herhalde kalkıp oynamazlar diye kendi kendime düşünürken bir baktım ki salonun yarısı ayakta dans etmeye başlamış. İşte o zaman bana yazmak için bir konu çıkacağını anladım. Bu tür etkinliklerde dans etmeyi beceremeyen bir kişi olarak bana insanları gözlemlemem için epey bir vakit kaldı. Karşınızda maddelerle organize edilen topluluk yemeklerinden insan manzaraları; inanın çok tanıdık gelecek:

1) Müzisyenler: Bazıları grup halinde bazıları tek kişilik dev kadro(!) halinde bulunurlar. Bu tek kişilik dev kadrolar hakkında konuşmak istiyorum. Bu insanların genelde sahnedeki sistemi şu şekildedir: Bir org, bir sandalye bir de rahatlıkla şarkı söyleyebileceği mikrofon, tabiki bir de ses sistemi. Org elektronik bir alet olduğu için içinde çeşitli ritmler yüklenmiştir. Mesela davul sesi, flüt sesi gibi. Arkaya bu ritmleri veren tek kişilik dev kadro ellerini klavyenin üstünde biraz oynatır bir melodi tutturur bunun üzerine şarkı söylemeye başlar. Eğer şarkı uzun hava gibi oynak bir şarkı ise kapı gıcırdısına oynayan yurdum insanı hemen kalkar ve dansa başlar. İnsanların dansa kalkmasıyla gaza gelen şarkıcımız; sesi insanlar konuşamasın sadece dansa odaklansın diye maksimuma çıkarırlar. Bu arada da araya insanları gaza getirici sözler söylemeyi de unutmazlar: mesela "tempo, bravo" gibi kelimeler. Sesi o kadar yükseltirler ki bir süre sonra kimse melodiyi anlayamaz hale gelir. Bir de bazı tek kişilik dev kadrolar vardır ki modaya her zaman uyarlar. Mesela Kolbastı mı moda hemen bir araya kolbastı müziği sıkıştırırlar, "Apaçi" müziği mi moda hemen Apaçi müziği çalınır.

2) Dans edenler: En sevdiğim insan tiplerindendir. Çok neşelidirler. Yukarıda da tabir ettiğim gibi "kapı gıcırtısına" oynarlar. Özgüvenleri aşırı derece yerindedir çoğunu ve dans etmeyi bildiklerinden bu tür yemeklerde en sevdikleri bölüm canlı müziğin başlamasıyla birlikte sahneye atlayıp, oynamaya başlayıp insanların ilgisini çektikleri bölümdür. Bazıları kendilerine o kadar güvenirler ki "benim 10 parmağımda 10 marifet var" dercesine bir de şarkıcının mikrofonunu alırlar, şarkıyı söylemeye çalışırlar. Sesi güzelse konuklara sorun yok da ses iyi değilse o gece konuklara bir işkence gibi gelebilir.
Bu insanlar hemen hemen her dansı ilginç bir şekilde bilirler. Yani modaya göre "Apaçi" dansı da yaparlar "Kolbastı" da oynarlar "Halay" da çekerler, efeler gibi "Zeybek" de oynarlar. Yani ruh halleri saniyelik zaman aralıklarıyla değişebilir. 1 dakika önce arabesk şarkılar söyleyip dertleyen bir kişiyi, 1 dakika sonra sahnede horon teperken görebilirsiniz. İşte ben buna ortama uyum derim. Daha da birşey diyemem; ama eminim ki siz beni anladınız sayın okuyucular.


3) Dans etmeyenler ya da edemeyenler: Bu tipler bahsettiğim türdeki yemek organizasyonlarında bulunan tabiri caizse en "ezik" tiplerdir. Genelde utangaçtırlar ya da gerçekten dans etmeyi beceremezler. Utangaçlar için hayat biraz daha kolaydır. Yukarıda bahsettiğim dans eden tipler bu utangaçların yanına gelirler "haydi haydi oturmaya mı geldik?" sözleriyle gaza getirip ellerinden tutarak sahneye çekerler. Utangaçlar bir süre sonra sahneye alışırlar ve istedikleri gibi dans ederler. Asıl umutsuz vaka olanlar dans edemeyenlerdir. Onlar için hayat daha kesindir; çünkü onları ne kadar sahneye çekmek isteseniz de ikna edemezsiniz. Bu tipler kendi yeteneklerinin kapasitesini bildiklerinden "cool" yani karizmatik bir biçimde durmayı benimserler. Genelde de aşırı derece açık olan müziğin sesine tahammül edemeyip erkenden terk ederler mekanı ya da yakın bir yere gidip bir süre kafa dinlemek isterler. Yani bu tür gecelerde hayat bu tiplere zordur. Benden size tavsiye bu insanları rahat bırakın...

Bu konu hakkında o kadar çok deneyimim var ki... Yakında kitap çıkarırsam şaşırmayın. Şaka bir yana şimdi size soruyorum: Siz hiç bu olaylara benzer birşeyler yaşadınız mı?

24 Ocak 2011 Pazartesi

Ey dost!

Bir gün annemle konuşurken bir olay anlattı bana:
Hayatta başarıyı yakalamış birine sormuşlar: "Bu başarıyı nasıl elde ettiniz?"
Adam cevap vermiş: "Doğru kararları vererek"
Tekrar sormuşlar: "Doğru kararları nasıl verdiniz?"
Adam cevap vermiş: "Yanlış kararlar vererek..."

Bu yazıyı aslında yazmamam lazım; ama kendimi tutamadım...

Benim hayatımdan bir sürü insan geldi geçti... Hala hayatımda olan insanlar var... Bazıları kötü günlerimde yanımda oldu bazılar iyi günlerimde; bazıları ise sadece selam verdi... Bazıları ise arkamdan konuştu... Yukarıdaki olay da böyle birşey etrafımızdaki doğru insanları ancak yanlış insanları bularak buluruz...

Dostluk... Şu anda yazdığım yazının konusu bir dostum hakkında... Diğer dostlarım alınmasın; ama herkes biliyor ki o benim için bir ilk... Bu yazım Şeyma Doğramacı için...

O kadar yazı yazdım zor sınavlarda yazdığım makaleler dahil. Hiç bu kadar tutulduğumu bilmiyorum... Seninle yaşadıklarımız hep gözümün önünden geçiyor... 17 yıllık bir dostluk... Dün senin değerini bir kez daha anladım...

Tanıştığımızda daha çok küçüktük. Kötülük, kıskançlık, kin bilmeyen iki kız... Belki de bizi birbirimize bu kadar bağlayan ikimizin de kişiliğinin hamurunu birbirimizin şekillendirmesi. İstediğimiz gibi... Birbirimizin içinden geçenleri biliyoruz... En güzeli de birbirimizin arkasından kötü bir biçimde konuşmak karşısında ölümcül bir hastalıkmış gibi davranmak ve o hastalık bize bulaşmamasını sağlamak... 
Düşündüm, taşındım... Seninle dostluğumu ancak şöyle anlatabilirim. "........" bir boşluk; bu öyle bir boşluk ki bütün güzel şeyler içine girip yerleşiyor; ama kötü şeyler giremiyor, o boşlukta sadece güzel şeylere yer var. Geçen gün senin de bana yazdığın gibi sen olmasaydın hayatımda; hayatımın ortasında bir kara delik olurdu. 



Bana hayatta "dostluk" diye bir kavram olduğunu her daim hatırlattığın için çok teşekkür ederim. İyi ki varsın, iyi ki dostumsun...  

15 Ocak 2011 Cumartesi

Evcil Hayvan Beslemek İsteyenlere...

Bu aralar bana mı denk geliyor; yoksa algıda seçicilikten mi bilemeyeceğim; ama etrafta bolca evcil hayvan var. Sabahın erken saatlerinde kalkan insanlar köpeklerini gezdiriyorlar; ya da bir bakıyorum pencereden bana bakan bir kedi. Ya insanlar çok yalnız ya da Türkiye'den ekonomik kriz teğet geçti; çünkü evcil hayvan bakmak büyük bir maddi güç ister. Benim evcil hayvana bakma anlayışım; tasmalı bir köpek gördüğümde: "ayyy ne şirin" diyerekten bakmaktır. Şimdi evcil hayvan almak isteyip de henüz tam kararı vermeyenlere soruyorum: "Kendinize bakabiliyor musunuz?" Bu soruya "hayır" şeklinde cevap veriyorsanız; evcil hayvan yerine peluş oyuncak alın derim; evet diyorsanız yazının devamını daha dikkatli okumanızı tavsiye ederim... Karşınızda maddelerle insanlar ve evcil hayvanları:

1) Bağlanmak: Özellikle kedi ve köpek gibi sıcakkanlı olan evcil hayvanlara; sahipleri, ilginç bir biçimde; arkadaşlarından, eşlerinden, dostlarından daha fazla bağlanabilirler. Bu yüzden de bu hayvanların ölümleri sahiplerini çok ciddi bir biçimde etkiler. Kendimden örnek vermek gerekirse; muhabbet kuşum öldüğünde çok üzülmüştüm ve bir süre kendime gelememiştim. Bu yüzden düşündüm ve taşındım. Alınabilecek en mantıklı evcil hayvanın "kaplumbağa" olduğuna karar verdim. Çünkü, kendisi normal bir insandan çok daha uzun bir süre yaşayabiliyor. Avantajlarına devam etmek gerekirse; çok da ekonomik. Hergün bir yem at belki suyunu değiştir yaşasın gitsin. İyi bir dinleyicidir. Derdiniz olduğunda anlatabilirsiniz; hiç sıkılmaz sonuna kadar dinler sizi. Çok iyi sır saklar. Ben bu zamana kadar hiçbir kaplumbağanın; başkasının sırrını söylediğini ne duydum ne de gördüm. Hem temizliği de kolaydı bu hayvanların. Kendilerine bir kavanoz su verin arada da o suyu temizleyin yeter. O yüzden tavsiyem kağlumbağa alın. Hem iyi bir dost, hem de masrafsız bir yoldaş olur size.

2) Tatil: Tatile çıkarken bu evcil hayvan işi normalden biraz daha karmaşık hale gelebilir. Önde üç seçenek vardır: Komşulara bırakmak, tatile birlikte gitmek veya evcil hayvan otellerine bırakmak. Bu yüzyılda eskisi gibi komşuluk bilinci olmadığına göre genelde durum 2. seçeneğe kalıyor. Tatile birlikte gitmek. Bu başlı başına apayrı bir sorun. Uçakla gidilecek bir yerse; yola çıkmadan önce uçak şirketini durumdan haber etmek gerekir. Bu da ekstra bir masraftır. Bazen öyle bir durum olur ki evcil hayvan için bile bilet almanız gerekebilir. Bir şekilde başarılır ve tatil yöresine evcil hayvanla gidilir; orada da şöyle bir sorun vardır... Bazı yeme-içme mekanlarına evcil hayvan almıyorlardır. Bu da direkt olarak tatil mekanında 2. sınıf vatandaş olma durumu anlamına geliyor. Siz de evcil hayvanınıza karşı sadık bir dost (!) olduğunuz için; evcil hayvanınızı alır ve yemeği paket yaptırır otel odanıza ağır ama bir o kadar da emin adımlarla gidersiniz.

3) Korkanlar-Huylananlar: Eğer apartmanda yaşanılıyorsa; kedi-köpek gibi 4 ayaklı ve sesi çıkan hayvanlar komşuları rahatsız edebilirler. Hele bir de komşu korkuyorsa... Bir kere köpeği dışarı çıkarmak için asansöre binmek gerekebilir; ya korkan komşu ile aynı anda asansöre binmek gerekirse... İşte o zaman başınız köpeğinizle birlikte dertte demektir. Çünkü korkan komşu durumu -doğal olaraktan- yönetime gidip sizi ve köpeğinizi şikayet edecektir. O zaman ya köpeği terk etmek durumunda kalırsınız ya da evinizi... Zor bir karar. Bunu iyice bir düşünün derim ben...

Bu tip bir sorun misafirler için de geçerlidir. Genelde çoğu insan tüylü hayvanlardan ya korkar ya da huylanır bir de bunların üstüne alerjileri varsa çok fena. Misafir gelir gelmez; köpek-kedi artık tüylü ne varsa küçük bir odaya kapatılır. Sonra yaklaşık yarım saat boyunca evcil hayvanlar üzerine konuşulur. Sonra da çaylar kahveler derken misafir gider. Siz ve evcil hayvanınız misafir gittikten sonra bir "ohhh" çeker. Şimdi arkadaşınız mı, yoksa evcil hayvanınız mı?

Bu kadar yazdım bu da yetmezmiş gibi bir de karikatür koydum. Eğer bu okuduklarınızı gülümseyerek onaylıyorsanız ve hala evcil hayvan almak istiyorsanız; siz gerçekten bir hayvanseversiniz. Son kez soruyorum evcil hayvan almak istediğinize emin misiniz?



2 Ocak 2011 Pazar

Sıfır Kilometre Bir Yıl...

2010 bitti, 2011 başladı. Seneye bu zamanlarda 2011 bitecek ve 2012 başlayacak...
1 ay boyunca insanların yeni yıla karşı nasıl hazırlandıklarını inceledim. Hediyeler almalar, çam ağaçları, süsler, yemek rezervasyonları, partiler, ne giyeceğim telaşı vs. vs. Bütün amaç 10'dan geriye doğru teker teker saymak ve "oleeeeyyyy yeni yıııl" diye bağırmak. Bu yeni yıl durumları bana o kadar ilginç geliyor ki... Kiminiz bu yazıma kızabilir; ama bir de benim açımdan düşünün bakalım. Benim gözümden yeni yıla giriş;

1) Yeni yıla nasıl girilirse bütün yıl öyle geçer: Yok öyle birşey inanmayın! Kim çıkardıysa sizi fena halde kandırmış sonra da şaka demeyi unutmuş. Çocukken ben de inanıyordum buna o yüzden de hep yeni yıla gülümseyerek mutlu bir biçimde (!) girmeye çalışıyordum. Bütün yıl mutlu oluyor muydum? Tabiki hayır. Yeni yıla mutlu girmek sınavdan 100 alacağınıza, maaşınıza %100 zam geleceği anlamına gelmiyor.Aksine genelde bu konularda hayal kırıklığına uğruyoruz. Bu gerçekle karşılaştıktan sonra kendi kendime düşündüm. Acaba hangi yeni yıl'a göre uyum sağlamalıyız. Belki de Avustralya'daki yeni yıla nasıl giriyorsak bütün yıl öyle geçiyordur. Nereden bilebiliriz ki? Belki Japonya'da yeni yıl kutlanırken uyuyoruz diyelim, bu bütün yıl boyunca uyuyacağımız anlamına mı geliyor? Bu mantıkla devam ederseniz yeni yıla nasıl gireceğinizin aslında önemi olmadığını görürsünüz.

2) Bir yerde eğleniyor olma zorunluluğu: Yeni yıla girmek demek; o gece eğlenmek zorundasın demekle hemen hemen aynı anlama geliyor. Yeni yılda evde oturanlara: "Ayyy çok banal, ne sıkıcısın!" denilerek mahalle baskısı yapılıyor. Evde huzurlu huzurlu oturmak varken bu insanlar da zorla dışarı çıkartılıyorlar. Sonra ne mi oluyor? Bir sürü masraf, bu da yetmezmiş gibi genelde parayla rezil olma. İçki içiliyorsa ertesi gün ciddi bir baş ağrısı, mide bulantısı ve yeni yılın ilk gününün heba olması. Bu ne kadar mantıklı sizce? Bu yüzden lütfen evde huzurlu ve mutlu bir biçimde yeni yılı karşılamak isteyenlere tepki göstermeyiniz. Onlar sıkıcı insanlar değil aksine çok mantıklı insanlar (Kendim diye söylemiyorum). Özellikle İstanbul'da yaşıyorlarsa çok daha mantıklılar. Çünkü, İstanbul'da dışarıda yeni yıla girmek için çok dikkatli olmak gerekir. Kadınların çantalarına sıkı sıkıya yapışması, erkeklerin cüzdanlarına sahip çıkması gerekir ki bir de o kalabalık arasında arkadaş grubundan ayrılmamak gerekir. Bu yüzden de stres dolu bir gece yaşanır. Benden söylemesi ev sizin değilse yakınların düzenlediği ev partileri en güzelidir... En azından sıcak bir ortam olur ve eviniz dağılmaz.

3) Talih Kuşu: Bu dönemde kuş pislikleri neredeyse mübarek sayılır. Eğer kuş birini pislediyse, o kişi kesinlikle milli piyango bileti almalıdır. Çünkü, kuş pisliği uğur demektir ve milli piyango'dan yüksek miktarda bir para çıkacaktır. Öyle midir? Tabiki hayır? Martıların ve güvercinlerin bolca olduğu bir yerde yaşıyorsanız, zaten bu durumlar karşılaşmanız kaçınılmazdır; ve bu durum da sizin milli piyango'dan ikramiye alacağınız anlamına gelmez. Bu yüzden lütfen böyle şeylere kanmayın. Bu zamana kadar büyük ikramiyeyi kazanan birinin ağzından; "Kuş pisledikten sonra bilet aldım; sonra da kazandım" sözlerini duymadım. Bunu bir düşünün... Belki seneye kuş pislediğindeb bilet almazsınız...



4) Hediye sorunu: Bildiğiniz gibi yeni yıla girerken doğum günleri, anneler günü ya da sevgililer günü gibi sadece 1 kişiye hediye alıp kurtulamıyorsunuz. Yeni yılda herkese hediye almanız gerekiyor; bu durum da doğal olarak bütçeyi ciddi bir biçimde etkiliyor. Bu dönemde genelde kendinize bir şema çizmeniz gerekiyor; bu şemaya da "yakınlık şeması" diyorum ben. Yakınlık şeması şöyle birşey. Mesela dostunuz en yakınınızdır ama arkadaşınız değildir. Bu yüzden dostunuza hediye alırsınıuz; arkadaşınıza almazsınız. Bu da arkadaşınızda hafif bir kırgınlığa yol açabilir. Bu gibi durumlardan kaçmak için en güzel yol herkesle anlaşıp; kimsenin birbirine hediye almamasını sağlamaktır ya da en temizi yakın arkadaş grubu arasında kura çekmektir. Yoksa bu işin içinden çıkılmaz benden söylemesi...

İyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla bir yılı daha geride bıraktık. Yeni yıl yeni sayfa demek midir tartışılır; ama bence süper bir yıl geçirenler sayfayı çevirmesin devam etsin, kötü bir yıl geçirenler sayfayı çevirip tertemiz bir sayfaya ilk kelimelerini yazsınlar. En kötü yılınızın bile en iyi yılınız kadar iyi geçmesi dileğiyle iyi yıllar...