12 Aralık 2010 Pazar

Nabza göre uyku...

Bir üniversite öğrencisi hatta bu da yetmezmiş gibi bir mühendislik öğrencisi olarak belli dönemlerde bana uykunun haram olduğunu düşünüyorum. Aslında düşünmüyorum bunu biliyorum! Bunu da en güzel bu aralar yani sınav dönemlerimde yaşıyorum. Sınavlar öğrenci hayatındaki en gergin dönemlerden biridir. Öğrenciler ya bolca uyuyup enerji toplamayı seçerler ya da uyumayıp ders çalışmayı. Hangisi daha başarılıdır o tartışılır...  Ben psikolojik durumuma göre ikisini de yapabilirim. Belki sabahlarım; sınav sırasında uyurum belki sınavdan önce uyur sınavda vakit geçir soruları çözenleri izlerim. Bu yüzden de uyku konusunda çok dertliyimdir. Üşenmedim ve uyku üzerine düşündüm. Gözlemlerime göre uyku durumlarına göre 3 çeşit insan var:

1) Çalar saate ihtiyacı olmayanlar: Bu gruptakiler en takdir ettiğim insanlardır. Bünyeleri normal işlevleri dışında ek olarak çalar saat işlevi de görürler. Bu yüzden de çalar saatlere ihtiyaç duymazlar. Beyinlerini öyle bir ayarlar ki istedikleri saatte ve hatta dakikada "zınk" diye uyanırlar ve uykulu görünmezler. Bu yüzden de sabah sabah çok enerjik ve mutlu görünürler. Adeta etrafa neşe saçarlar... Siz de bu enerjinin nereden geldiğini merak edip; o insanlara karşı hem nefretle hem de kıskançlıkla bakarsınız... Bu insanlar genellikle hayatlarını belirli bir disiplin içinde yürütürler. Öğrencilerden örnek vermek gerekirse; derse günü gününe çalışıp sabahlamaya ihtiyaç duymazlar. Bu yüzden de uyku problemleri yok denecek kadar azdır. Sağlıklıdırlar; çünkü günün en önemli öğünü olan kahvaltıyı hiç kaçırmazlar. Sabah kahvaltılarını yapar, çaylarını içer bir de bunlar yetmezmiş gibi gazeteleri okur ve yeni öğrendikleri bilgilerle size ukalalık taslarlar. 

2) Çalar saate güveni tam olanlar: Bu tiplerin uyanmak için olan beyin fonksiyonları çalar saatin sesine göre "zınk" diye kalkmaya göre ayarlanmıştır. Çalar saat melodileri onlar için önemlidir ve belli aralıklarla (ayda bir) çalar saat melodilerini değiştirirler. Çünkü kulak alıştı mı o "zınk" diye uyanmadan eser kalmaz. Sorumlu insanlardır ve bu sorumluluğa disiplin de eklenir. Hiçbir zaman işe ya da okula geç kalmazlar. Servis bekletmezler. Akılsız başın cezasını çeken ayaklara yüklenmezler. Dakiktirler. Bu yüzden de müdürleri ve hocaları tarafından sevilirler. Bu tiplerin bazıları uykuya düşkün oldukları için kahvaltıyı atlayıp daha da çok uyumayı seçebilirler. Bu yüzden de sabah sabah enerjileri olmaz ve enerjileri olmadığı gibi suratsız da olurlar. Benden size söylemesi böyle tiplere sabah sabah şaka yapmayın...  

3) Bolca çalar saate ihtiyacı olanlar: Kendim diye söylemiyorum; bu tipler genelde umursamaz ve üşengeç insanlardır. Örnek vermek gerekirse; ders çalışmamak için erkenden yatıp "amaaan sabah erkenden kalkar ders çalışırım" rahatlığıyla saati sabah 6'ya kurarlar. Sabah 6 olduğunda ise; "Uyku her zaman önemlidir; uykusuz girersem sınava zaten birşey yapamam" mantığı ile uyumaya devam ederler. Fark ettiğiniz üzere uykuya düşkündürler. Bu yüzden de önemli zamanlarda yani sabahın köründe kalkmaları gerektiği zamanlarda birkaç tane çalar saat kurmaları gerekir ve bu saatleri stratejik yerlere yani yatağın uzağında biryerlere koyarlar ki; sabah zorla kalkıp kendilerine gelsinler. Bu şekilde de uyanmayan ileri derecede uyku seven biri varsa; gerçek dosta ihtiyacı vardır ki; arkadaşına "Sabah beni kaldırır mısın?" dediğinde arkadaşı sabah arayıp bir şekilde ikna edip kaldırsın.Zor tiplerdir; ama uyandıklarında belli bir somurtma evresi sonrasında çok neşeli insanlar olurlar. Çünkü, uykularını almışlardır.

Bu yazıda kendinizi bulduğunuza eminim. İşe ve okula hiçbir zaman geç kalmayıp; azar işitmemeniz dileğiyle... İyi uykular...

19 Kasım 2010 Cuma

Arsız organizma: Ev

Yaklaşık 2 yıldır belki de daha fazladır bir öğrenci olarak kendi başıma mütevazi öğrenci evimde yaşıyorum. Bu zamana kadar benim için evdeki en büyük eksiklikler; tost ekmeği, kaşar, makarna , çikolata ve izlemediğim DVD'ler olmuştu. Meğer öyle değilmiş. Bu bayramda acı gerçekler yüzüme bir tokat gibi vurdular. Bayramda ailem bana bir güzellik yaparak İstanbul'a geldiler. Benim memlekete gitmeme gerek kalmadı. Hâl böyle olunca onlar gelecek diye evi düzenleme girişimlerine girdim. Zaten sınav döneminden çıkmış bünyem evdeki bütün silgi tozlarını süpürdü, müsvette kağıtları geri dönüşüm kutularına attı, kendi çapında evi düzenledi. Evime gelen ailem birbir, bir müfettiş edası ile eksiklikleri bir kağıda yazmaya başladılar. Liste bir türlü bitemedi. 2 yıldır bu evde yaşamama rağmen meğer ne çok eksiğim varmış benim. Mesela ayakkabılık, kendi mütevazi dolabım bana yetiyordu halbuki, ya da banyodaki askılar meğer çok eksiklermiş yetmiyormuş derken, kendimi bir anda ev araç-gereçleri satan mağazalarda buldum. Evet sayın okuyucu 2 yıllık gözlemlerime bakarak evin arsız bir organizma olduğuna kesin kes kaanat getirdim. Bu teorim için belki bana Nobel Ödülü bile verirler. Karşınızda eksikleriyle bize hep sorun yaratan ama onlarsız da olamayacağını bildiğimiz evlerimiz:

1) Yiyecek ve içecekler: Öğrenci evimi ayrı tutarak söylüyorum. Normalde yaşadığım evde ben kendimi bildim bileli yiyecek ve içecek eksiği hiç bitmiyor! Bu sorun aslında evin arsızlığından değil, bu dönemlerde bir anda hayatımızın tam orta yerine hiç sormadan düşen tüketim çılgınlığından dolayı. Biz yedikçe eksikler de bitmeyecek arsızlık da sonsuza kadar devam edecektir...

2) Misafir eşyaları: Bu çok ilginç bir durumdur. Biz aslında evimizi sadece kendimiz için dizayn etmiyoruz bir de gelebilecek misafilerimiz için de dizayn ediyoruz. Mesela, artık bu devirde evinde yatağa dönüşen koltuğu yani çek-yatı olmayan insan yoktur. Çünkü, eğer misafir yatılı geldiyse nerede yatacaktır sorunu vardır ve bu da en güzel yatağa dönüşen koltuklarla bulunmuştur. Bunların dışında, misafir için havlu, nevresim gibi eşyaları da yedeklemek gerekmektedir ve bu eşyalarda hiçbir kusur bulunmamalıdır! Ayıp olmasındır! Kendimiz lekeli bir nevresimde yatabiliriz ama misafir asla yatmamalı! Bu yüzden evde kendi ihtiyacımızı karşılayacak eşyalar yetmiyormuş gibi bir de geleceği bile belli olmayan misafirler için hazırlık yapmak gerekmektedir bu da evi daha da arsız hale getirir. Haksızsam söyleyin.

3) Ev dekorasyonu: Ev dekorasyonu tam anlamıyla kişinin zevklerine bağlı olaraktan evin şekillenmesidir. Ev için dekorasyonun temel parçaları; biblolar, tablolar ve çerçevelerdir. Yani eskiden böyleydi; şimdi değişik değişik kutular eklendi, kağıt gibi lambalar eklendi vs. Bu gözlem beni bir noktaya götürdü. O nokta da alışveriş çılgınlığı! Evet, dekorasyona düşkün insanlar tam olmasa da genelde alışveriş bağımlılarıdır. Nerede bu tür eşyaların satıldıklarını görseler içeri dalarlar ve bütçelerine göre birşeyler alırlar. Maksat evin havası değişsindir; ama tehlikenin farkında değillerdir. Bazıları öyle bir abartılar ki durumu evi tepeleme bu gereksiz eşyalarla doldurup yaşam alanı bırakmazlar. Yani bu durumlara karşı dikkatli olmak lazım.

4) Tadilat: Tadilat; evin arsız olduğunu gösteren en büyük maddelerden biridir. Yaşadığınız evi bir düşünün; halıları süpürseniz, camlar pistir, camları silseniz, ocak pistir evin temizliği hiç bitmez. Oldu ki misafir gelecek diye bir anda evin herşeyini düzenli ve temiz hale getirdiniz. Bu sefer duvarlar gözünüze batmaya başlar. Bir organizma olan ev duvarların pisliğinden yakınarak gözünüze gözünüze lekelerini gösterir. Siz de hemen bu oyuna kanıp evin tadilatını yaptırmaya karar verirsiniz ve bu uzun sürece girersiniz. Evin tadilati hiç bitmez benden size söylemesi.

Yukarıda da belirttiğim gibi ev de sizin, benim gibi bir organizmadır aslında; ama hiç derdi bitmeyen bir bebek gibi bir organizmadır. Hiç büyümez; ama hep bakmanız gerekir. Bakmaktan vazgeçerseniz taşınırsınız olur biter. Evinizin bütün eksikliklerinin tam olması dileğiyle... Geçmiş bayramınız kutlu olsun.

7 Kasım 2010 Pazar

HIH!

HIH; Sanal hayata kendilerini kaptırmışlar için bir ünlemdir. Kelimelerle açıklamam gerekirse bu hıh ünlemi, bazen şakaya vurarak bazen de gerçekçi anlamdaki alınma halidir. Aslında bu ünlem anlatılmaz yaşanır... Bu gün anlatacağım konu yaklaşık son 10 yıldır hayatımızda olan bir cümle öbeği hakkında: "Trip atmak" Gençlerin arasında olan son zamanların moda eylemi. Trip kelimesi benim hayatıma Athena Grubu'nun bir şarkı sözüyle girdi."Pam pam trip yapma yapma, trip yapmasana bana." Girmesiyle birlikte de çıkmadı. Şimdilerde ise insanlar birbirlerine trip atmakla meşguller... Maddelerle trip:

1) Türk icadı: Evet, sayın okuyucu yoğurttan sonra bir icat daha yaptık.  Kendisine "trip" diyoruz. Nereden böyle bir kanıya vardığımı hemen anlatayım size, İngilizce-Türkçe sözlüklerinde baktığınızda böyle bir kelime yok.Bu icat henüz Türkiye genelinde olsa da yavaş yavaş dünyaya yayılacak biliyorum!

Trip kelimesi "atmak" eylemi ile birleştiğinde trip atmak adında yepyeni bir fiil oluşuyor. Günlük hayatta çok kullandığımız bu fiili Türk Dil Kurumu'nun internet sitesinde aratmama rağmen bir sonuçla karşılaşamadım. Yani Türk Dil Kurumu'na göre böyle bir eylem yok. Bana göre bu eylem bir deyim olmalı ve deyimler sözlüğünün son baskında yer almalı! Bu durumu düşünmemle birlikte "Trip atmak" deyiminin karşısına gelecek anlamı da çok merak ediyorum.

2) "Nazım ne kadar geçiyor acaba?" düşüncesi: Bu durumu, bir mühendislik öğrencisi olarak tamamen fizik bilimi ile anlatabilirim. Hemen başlayayım. Bildiğiniz gibi ürünler üretilirken belli bir tolerans aralığına göre üretilirler. Mesela 18 cm uzunluğunda bir çubuk üretmek istiyoruz; eğer bu çubuğun toleransı 2 cm ise, çubuğu 20-16 cm aralığında üretmek sorun olmaz. Arkadaşlıklar da böyledir. Bazı arkadaşlara naz daha çok geçer ve bu arkadaşların genelde toleransı yüksektir. Demem o ki ne kadar yakın arkadaş oluranız, toleransınız o kadar büyük olabilir. Bu da nazın arkadaşa geçmesi ile doğru orantılıdır. Kısacası anlatmak istediğim yakın arkadaşa nazınız çok geçiyor olabilir; ama bu konuda dikkatli olun çünkü bazen karşı taraf isyana gelebilir...


3) İlgi çekmek isteyenler için: Trip atan insan somurtan insandır. Eğer bir ortamda biri gereksiz yere somurtuyorsa uzaklaşın... Trip atıyor demektir ve sizin keyfiniz de saniyeler içinde kaçacaktır. Bu tipler genelde canı sıkılmış ve ilgi çekmek isteyen tiplerdir. İlgi üstlerinde olunca mutlu olurlar. Bir kaç dakika daha somurttuktan sonra ilgi ihtiyacını karşıladıktan sonra gülümsemeye başlarlar. Eğer ilk başta uzaklaşmak istemiyorsanız bu trip atma eylemini püskürtmek amacıyla siz de somurtun. Bütün gününüz rezil olabilir; ama yalnız olmazsınız... Karar sizin; ama bence böyle somurtuk geçen bir günden sonra arkadaşınızla ilişkinizi bir irdeleyin...

Yukarıda da belirttiğim gibi trip atmak bir Türk icadıdır ve anlatılmaz yaşanır bir ifadedir. Hayatınızda trip atanların minimum, hep gülümseyenlerin maksimum olması dileğiyle...

2 Kasım 2010 Salı

Bana dokunmayan mikrop bin yaşasın!

Biliyorsunuz bu aralar havalar bir garip. En azından İstanbul'da öyle. Bir hafta boyunca her gün yağmur yağmasına hatta ara ara yağmurun sulu kara dönüşmesiyle hepimiz dedik artık kış geldi çattı. Bu kadar soğuk havanın ardından tam kazaklarımızı, paltolarımızı ve botlarımızı çıkarmışken hava bir anda yaz mevsimindeki gibi olmaya başladı. Bu zaman diliminde de insanlar hasta olmaya başladılar. Demem o ki işte geldi hastalık mevsimi! Bu mevsim insanların kişiliklerini analiz etmek için bulunmaz bir kaftan gibi düşünülebilir. Neden mi? Hemen açıklayayım. Bir insanın mızmız mı, nazlı mı yoksa vurdumduymaz mı olduğunu hastayken anlayabilirsiniz. Benden size garanti. İşte karşınızda maddelerle hastalanan insan manzaraları:

1) Hastalık hastası olanlar: Bu tipler genellikle havadaki bütün mikropları solurlar aslında solurmuş gibi davranırlar. Titizdirler. Erkek olanları bile yanlarında çanta taşırlar; çantalarında mendil, ıslak mendil ve yeni çıkan dezenfektan ürünlerini eksik etmezler. Ola ki, bu araçlardan birini unuttular, kendilerini eksik hissederler, güvenliklerinden kuşku duyarlar. Hayatlarındaki en kabus dönemler salgın dönemleridir. Öyle ki işi abartırlarsa 2-3 aylığına salgın olmayan bir yere göç edebilirler. Bu salgın dönemlerinde hasta olmasalar bile tedbir amaçlı türlü türlü vitaminler, sıkma meyve suları alırlar. Her yıl düzenli olarak doktor kontrollerinden geçerler ve genelde tahlil sonuçları üst ve alt sınır arasında olurlar; ama onlar bu sonuçla bile yetinmezler. En iyi sonuç gelene kadar ilaç almaya devam ederler. Yani bu insanlar hastalık hastalarıdır ve bir nevi ilaç bağımlısı olarak eczacı dostlarıdırlar. Sezonu başladığı an grip aşısını ilk vurulan insanlardandır. Bu tipler için aşı olmak acı veren bir şey değildir, aksine aşı olduklarından dolayı hastalıklara karşı dirençleri artacağından bu olaydan zevk bile alırlar. Sağlıklıdırlar özellikle salgın dönemleri kendilerini güvenleri tavan yapar. Tek kusurları vardır: " Sakınılan göze çöp batar" sözünü unuturlar...

2) Meydan okuyanlar: Bu tipler hastalık hastası olanların tam zıttıdır. Adları üstünde tam anlamıyla hastalıklara karşı meydan okuyanlardır. Felsefeleri: "Bana birşey olmaz" üzerine kurulmuştur. Kendilerine; aslında bünyelerine güvenleri tamdır. Hastalıkların insanın kafasında bittiğini söylediklerinden neredeyse hiç ilaç kullanmazlar. Öyle ki işi abartıp doktor mesleğinin çok gereksiz olduğunu bile söyleyebilirler. Eğer bu tipler yöneticilerse hastalık mazeretlerini hiç umursamazlar, öğretmenlerse öğrenci tarafından getirilen hastalık raporunu dikkate almazlar. Onlara göre mikrop küçüktür ve işlerini engellememelidir. Bu yüzden bu tipte tanıdığınız insanlar varsa hastalık konusunda daha dikkatli olun, bol vitamin alın...

3) Ortalığı yaygaraya verenler: Bu insanlar benim gözümde "ilgi çekmek" isteyenlerdir ve hasta olduklarında çekilmez olurlar. Küçücük bir burun akıntısı sızlanmaları için yeterli ve büyük bir sebeptir. İlk başlarda ilgi çekmek için telefon açarlar, konuşma esnasında durmadan burun çekerler, öksürürler. Karşı tarafın vicdanına göre olaylar gelişir. Eğer karşı taraf çok vicdanlı ise olaya ilk başlarda çorba getirmekle başlarlar. Hastayı yormamak için ellerinden geleni yaparlar; ama bu ortalığı yaygaraya veren tip olayı abartırsa olay çirkinleşir ve arkadaşlıklar bile kaybolabilir. Bence hastalıklar bazen kişilik testi olabiliyor... Bu tiplere karşı dikkatli olunuz öyle çok da alttan almayınız...

4) Psikolojisi bozulanlar: Bu tipler küçücük bir mikropun kendi bünyelerine bu kadar zarar verdiğini içten içe sindiremezler ve sırf bu nedenden dolayı psikolojileri bozulur. Çünkü normalde egoları çok büyüktür ve tek hücreli nereden geldiği belli olmayan bir canlı o insanı yataklara düşürmüştür. Bence bu tiplerin soğuk algınlığı ilacından önce depresyon için hafif ilaçlar alması gerekmektedir.

Bu liste böyle uzar gider. Benden size tavsiye en güzeli vitaminli yiyecekler yemek... Sağlıklı bir kış geçirmeniz dileğiyle...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Kürkçü dükkanı...

Bu başlığı okuduktan sonra kafanızda bir soru belirmiştir: "Bu kız yine neden bahsediyor?" diye.Merak ediyorsanız ben de duruma bir an önce açıklık getirmeye çalışayım. Bilirsiniz atalarımızın her durum için söylenecek sözleri vardır. Bu sözlerden birinin bir kısmını da yazıyı okumaya başlamadan gördünüz. Tam orijinal hali olmasa da söz şöyledir: "Tilkinin dönüp, dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır." Hala size yazıcağım konunun ne olduğunu belirtmedim; ama artık lafı uzatmadan konuya giriyorum. Hayatında en cesur görülenlerin bile korktuğu birileri var, onlar her an görev aşkıyla yanıp tutuşan DİŞÇİLERİMİZ! İlköğretim 2. sınıftan itibaren yedi (rakamla 7) yıl boyunca tel taktım. Bu yüzden dişçiler benim uzmanlık alanımdır. Eğer şu anda mühendislik öğrencisiysem bunun en önemli nedenlerinden biri bu 7 yıl boyunca dişçide geçirdiğim süreçtir. Sırf dişçiler hakkında bir roman yazabilirim. Gerisini siz düşünün... Karşınızda maddelerle dişçi ritüelleri:

1) "Çok acımayacak":  Ben bu zamana kadar dişçiye mutlu mesut, güler yüzle giden bir insan hatta canlı görmedim. Görebileceğimi de sanmıyorum. Biliyorsunuz dişçiye gittiğinizde, eğer dişçinin başka bir hastası varsa bir salonda beklersiniz. O sırada salonda başkaları olabilir. Gözünüzün önüne o salonu getirin ve okumaya devam edin. Sizin dışınızda bekleyen varsa, insanların elleri ağızlarında sanki o eli orada tutmak işe yarayacakmış gibi inlerler. Acı çektiklerini hemen anlarsınız. Yani demek istediğim o 6 ayda bir kontrol olayı yalandır. Herkes işi düşünce gider dişçiye. Salonda beklerken korkmuyorsanız da korkmaya başlarsınız çünkü içeriden garip sesler gelmektedir. Sanki odada bir grup işçi tadilat yapıyordur; ama gerçekler maalesef öyle değildir. Orada "tek kişilik dev kadro" olan sadece 1 dişçi ve 1 hasta bulunmaktadır belki bir de asistan vardır. Sıra size gelir ve dişçinin ağzından şu cümle çıkar: "Çok acımayacak". Hasta dahil herkes bir gerçeğin farkındadır ki, acıyacaktır...



2) En önemli varlıkları: dişçi koltukları: Dişçi koltuğu olmadan dişçi bir hiçtir! Öyle de kalacaktır! O koltukta ismini bilmediğim bir çok alet edevat, insanın gözlerini kör eden bir ışık ve tabiki musluk vardır. O alet edevatın çoğu nedense dişin içini delme amacıyla üretilmiştir. Yani aslında dişçilerin çok da yapıcı olduğunu söyleyemeyiz, ya diş çekerler ya da dişi delerler sonra dolgu yaparlar; ama hiç birşey eskisi gibi olmaz olamaz da... Benim en çok takıldığım nokta dişin içini oyan o alettir, nedense dişi deldikten sonra garip bir yanma kokusu gelmektedir ve beni o koku hep korkutmaktadır... Eğer dişçi koltuğunda bir yangın dedektörü olsaydı; kesinlikle her hastada binayı boşaltmak gerekirdi...

3) İfadeleri : Bu maddeyi uzatmak gerekirse: "Hastanın dişlerine baktıktan sonraki umutsuz ve bir o kadar acımasız olan, durum çok vahim" ifadesi olurdu. Dişçi size ölecekmişsiniz gibi davranır. Sizin bozuk olan moraliniz daha da dibe vurur ve şu cümleyi kurmanız an meselesi olabilir: "Doktor hanım, lütfen bütün dişlerimi sökün, yerine takma diş takayım, bütün bu dertlerden de kurtulurum." Bu cümleyi kurmuş biri olarak takma diş olayının çok daha zahmetli olduğunu öğrendim. Bu dişçi ifadelerinden kurtulmak için yapmanız gereken en güzel şey her yemek sonrası, akşam yatarken ve sabah kalktığınızda dişlerinizi fırçalamak olur. Yoksa bu dişlerin derdi bitmiyor arkadaş...

4) Reklamlarda sevimli görünenler: Hani izlersiniz ya bir diş macunu reklamı. Klasik bir yumurta testi olabilir ya da bir yerde sizi yolda yakalayan bir dişçi. Önce dişlerinize bakar... Yukarıda belirttiğim durum çok vahim ifadesini kullanaraktan size bembeyaz dişleriyle güler yüz maskesi takıp sempatik davranaraktan diş macunu önerir ve haftaya tekrar gelmenizi bekler. Sonra bir bakarsınız dişleriniz düzelmiş. O vahim ifade yok dişçinin yüzünde... İlginçtir... Sen bütün yıl dişini fırçalama bir diş macunu olayı 1 haftada çözsün...

Dişçiler zor insanlardır... Yine de kişilik olarak iyilerdir... Diş hekimleri size sesleniyorum en güzeli narkoz vermek... Hayatın bütün dertlerinden 1 saatliğine de olsa kurtulur insan...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Öyle bir geçmez zaman ki...

Başlıktan da anlayacağınız üzere bu yazı "zaman" ile ilgili. Aslında konunun bir kısmında Einstein'ın meşhuuuur "İzafiyet Teorisi" bile geçecektir. Malum okullar başladı; hepimiz neşeli neşeli (!) okulumuza gidip, uslu uslu (!) derslerimizi dinliyoruz. Günler böyle geçip giderken bu gün girdiğim derste bir acı gerçekle karşılaştım! Ders bitmiyordu!!! Derse girdiğim amfide dijital bir saat vardı. Gözüm durmadan oraya takılıyor, ara olmasını bekliyordum... Bir bakıyorum saat 13:40 tekrar dönüp bakıyorum 13:42 olmuş; ama sanki o sırada hoca milyonlarca konu işlemiş gibiydi. Ne yapacağımı bilemedim, deftere karalamalar yapmaya başladım. Bir yandan da vicdan azabı çekiyordum dersi dinleyemediğim için... Böyle böyle derken anladım ki ders çok bereketliydi ve bitmiyordu. Zaman, dersin yanındaydı öğrencilerin değil. İşte o zaman dedim Einstein haklı! İzafiyet teorisi gerçek. Zaman göreceli bir kavram. Karşınızda geçmeyen zamanlar:

1)  Konferanslar, okullar kısacası birşeyler dinlemek zorunlu olduğunda: Yazının girişinde de belirttim. Dersleri dinlemek zor. Hele de ilginizi çekmeyen bir konu ise ders dinle dinle bitmez; aslında dinleyeme dinleyeme bitmez. Aynı durum gidilen eğitim, konferans ve seminerler için de geçerlidir. Genelde bu tür yerlerde konusunda uzmanlaşmış kişiler konuşma yapar ve işin kötüsü bize anlatılan konuya hakimmiş gibi davranırlar. Biz de anlatılanları maalesef anlayamadığımızdan, işin ucunu bırakır ve başka şeylerle ilgilenmeye başlarız. Tavandaki noktaları saymak, acaba kaç kişi benim gibidir diye düşünmek, kalem çevirmek, resimde yeteneğimiz olduğunu keşfetmeye çalışmak, kafada bir şarkı söyleyip ritim tutmak gibi... Bence çoğu müzisyen ve sanatçı sırf bu durumlara katlanamadığı için yeteneklerini keşfetmişlerdir...


2) Azarlanırken: Kim azarlanmaktan hoşlanır ki? (Tabiki burada mazojistlerden bahsetmiyorum) Kimse azarlanmaktan hoşlanmadığına göre bir teori yapmak gerekirse "azarlanırken zaman geçmez". Eğer azarlanan bir çocuğa, şoföre vb. kişiye denk gelirseniz yüzüne dikkatlice bir bakın çoğu zaman "Bitse de gitsek tadında umursamaz bir tavır vardır", yani bir kulaktan giren diğer kulağa bile uğramadan çıkmaktadır. Bu yüzden lütfen azarlamayın zaman kaybı... (Kendim için bir şey istiyorsam...)

3) Sessizlik anında: İnsanların birbirini tanımadığı bir ortam düşünün. Mesela, iş görüşmesinin yapılacağı ortam. Bazı işler için çok fazla talep olabiliyor. Bu yüzden de birçok insan görüşme için bir salonda saatlerce bekleyebiliyor. Düşünün o ortamı birbirlerini elemeye çalışan insanların bulunduğu bir ortam. Gergin bir sessizlik ve üstüne üstlük de bekleyiş... Sizce bu zaman dilimi içerisinde dakikalar geçebilir mi? (Bu sorunun cevabını düşünürken sizin de ortamınızda bir sessizlik olduysa lütfen diğer maddeye geçiniz)

4) Sıra beklerken: "Nasıl yani?" demeyin. Size öyle bir sıra söyleyeceğim ki beni yüzde yüz haklı bulacaksınız. Saniyelerin hatta saliselerin en çok da geçmediği zaman "tuvalet" sırasıdır. Hem de çok zor durumdaysanız... Bence bu maddeye daha söylenecek söz yok...

6) Ramazan'da: Ramazan'dan derken iftar zamanlarından bahsediyorum. Eğer oruç tutuyorsanız, normalde çok hızlı geçecek bir gün aslında size bir aymış gibi gelir. Açsınızdır ve saat ilerlemiyordur, top patlamıyordur, çok feci bir durumdur anlayacağınız. Bu yüzden de geçen saniyeler size daha da bir anlamlı gelir. Her saniye karnınızın doyması için geçen bir zaman birimidir. İşte böyle bir şey...

Zaman görecelidir. Zamanınızın sizi yaşlandırmayacak kadar yavaş; ama unutamayacağınız anılarla yıllarca konuşabilecek kadar hızlı geçmesi dileğiyle. Okuduğunuz için teşekkürler.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bu yazıyı okurken sigara içmek yasaktır!

Bu da benim kuralım olsun. Benim yazılarımı okurken sigara içmek yasaktır. Uymayanlar bana e-posta atsınlar onlara hesabımı vereceğim 62 TL havale etsinler sonra ben makbuzu yollarım. Hiç acımam! Biliyorsunuz son 2 yılda aşırı derecede sigarayı karalama kampanyası yürütülmekte. Sigara içen insanlara artık ikinci sınıf insan muamelesi yapılmakta. Ben bu durumdan rahatsız mıyım? Tabiki hayır. Çünkü sigara kullanmıyorum; ama bazı sigara içip de rahatsız olan insanların canına tak edip sigarayı bıraktıkları oluyor. Çok nadir de olsa bu yasaklar bir işe yaradı. Karşınızda maddelerle sigara ve insanlar:


1) Paket taşıyanlar: Diğer ismiyle sigara tiryakileri. Bu tipler genelde günde en az bir paket tüketerek havayı biraz daha kirletirler. Sigaraya verdikleri parayı bırakıyorum; çakmağa verdikleri para belki sigaraya verdiklerinden çok daha fazladır. Günde bir tane çakmak kaybeden bu tiryakiler genelde sigara paketi taşıyan insana gidip ateş isterler. O çakmakların nereye gittiği meçhuldur... Bana kalırsa çakmak üreten şirketler pusuya yatıp bu kaybolan çakmakları bulup gaz doldurup tekrar satıyorlar. Yoksa bu kadar kaybolan çakmağı nasıl açıklayabiliriz? Paket taşıyanların bir diğer özelliği ise çok büyük yetenek olan sigara dumanını içeri çektikten sonra havaya daireler halinde üflemek! Evet, eğer sigara tiryakisi değilim ama ben de yapıyorum diyorsanız ya çok yeteneklisiniz ya da sigara tiryakisi olduğunuzdan haberiniz yok...

2) Paket taşımayanlar: Bunlara ben gizli içici demekteyim. Çünkü, paket taşımazlar genelde kahve ya da alkollü içkiye içerler. "Aaaa sen sigara mı içiyorsun" diyenlere, "Hayır, sadece kahveyle içiyorum ortamdan ortama" diyerek cevap verirler. Bir de bu açıklama yetmezmiş gibi "merak etme ben tiryaki değilim içime bile çekmiyorum" derler. Bu tipler daha ekonomik sigara içicilerdir çünkü "otlakçı"lardır. Paket taşımadıkları için en yakında paket taşıyan insanı gözüne kestirir ve 1 dal sigara isterler. Yani sigara zevkini bedavaya getirirler. Anlayacağınız o ki zeki insanlardır... Bir kaç tane böyle arkadaş edininiz...

3) Sosyalleşme aracı olarak kullananlar: Benim gözümle çok kısa zamanda tiryaki olacak tiplerdir. Çünkü, sosyalleşme aracı olarak kullanırlar ve eğer sevdiği bir arkadaşı sigara kullanıyorsa bu yüzden o kişi de başlar. İlk başlarda ders aralarında, yemeklerden sonra içmeye başlanır. Tiryaki olunmadığı iddia edilirken bir anda bu tipler kendilerini sigarasız yaşayamazken bulurlar. O yüzden bu tiplerdenseniz dikkatli olunuz...

4) Bırakmaya çalışanlar: Yaptıkları mantıksızlığın yani havaya para üflemenin gereksiz olduğunun farkına varanlardır. Zararın neresinden dönülse kardır diyerekten bu bağımlılıktan kurtulmaya çalışırlar. Sigarayı bırakmaya çalışırken kendilerine olan saygıları gidebilir, nasıl başlamışım ben diyerekten. Çok gergin olurlar, durmadan sakız çiğnerler, el alışkanlığı yüzünden çubuk kraker gibi şeylere saldırabilirler. Sigarayı bırakan bir arkadaşınız varsa ona karşı dikkatli olunuz. Hatta bırakana kadar etrafında bile dolaşmayınız... Bu tipler bence kendini belli etmeli ve üstlerine "Sigarayı bırakıyorum ateşle yaklaşmayın" yazılı tabelalar asmalıdırlar.


5) Pasif içiciler: Bildiğiniz gibi pasif içiciler sigara içenlerin dışarıya üflediği dumanla birlikte sigaranın zararlarından içmeden nasibini alan insanlardır. Pasif içicilerin etrafındaki çoğu insan sigara içiyorsa, belli etmeden bu insan da nikotine karşı bağımlılık kazanabilir. Mesela bu tiplerden "Abi bir sigara yaksana, ben de havayı çekeyim. Nikotine ihtiyacım var..." diyenler çıkabilir. Yani bu sigara içme zevkini (!) en az ve en ucuza getiren ekonomik insanlardandır; ama yine de sigara içiyorsanız dumanınızı bu insanlardan uzak tutunuz...

Sigara içenlere sesleniyorum; "öyle yasakmış peh! , ikinci sınıf insan mıyız biz" demeyin! Sigara içeni var içmeyeni var! Yaşasın dumansız hava sahası!

22 Eylül 2010 Çarşamba

Strestendir...

Son dönemlerde çok fazla duyduğumuz bir kelime hatta cümle "strestendir." Stres kelimesi yoğun olarak hayatımızda son 15 yıldır var diye tahmin ediyorum. Bu kelime dilimize o kadar yerleşti ki bulunmadan önce bu boşluk nasıl kapatılıyordu merak ediyorum. Ekonomik kriz, Ergenekon, parti kapatmalar, referandum derken Türkiye'de herkesin gerginliği arttı. İnsanlar patlamaya hazır bomba gibiler. Bu hazır bomba durumuna da günah keçisi bir kelime bulmuşlar "STRES." Öyle bir duruma geldik ki artık herşeyin başı sağlık değil stres, çünkü hastalıklara bile "strestendir" deniyor. Maddelerle modern çağın hastalığı stres:

1) SÖ(Stresten Önce): Bence stres insan davranış tarihinin bir miladıdır. Yoksa hemen hemen her insan davranışını nasıl açıklayabilirdiniz? Çok duymuşsunuzdur: "Tırnaklarını yiyor, birşey yok strestendir" ,"Karnı ağrıyor, midesi bulanıyor, sınavı var ya ona stres yapıyordur. Birşeyciği yok." Bu yüzden de ben diyorum ki insanlık davranış tarihi stresten önce (sö) ve stresten sonra (ss) olmak üzere 2'ye ayrılıyor. Stresten önce insanlar rahat rahat yaşıyorlar; çünkü medeniyet fazla yoktu; ama stresten sonra modern hayatın ve rekabetin artmasıyla az zamanda çok iş yapma mantığı ile insanlarda ülser, kronik baş ağrıları gibi rahatsızlıklar ortaya çıktı. Başta da dedim ya günah keçisi işte strese bağlıyorlar bunları. Bir yandan da eklemek istedim, araştırmalara göre biraz olsun stres, insanı dinç tutuyormuş abartmamak kaydıyla tabiki... Yani herşeyin fazlası olduğu gibi hiç olmaması da zarar...

2) Yeni bir sektör: Stres kelimesi "Modern çağın hastalığı" adı altında yaygınlaşmaya başlayınca bazı zeki girişimciler (!) de insanları nasıl kandırsak da köşeyi dönsek düşüncesiyle; bir takım yararının hala ne olduğu anlaşılmamış ürünler piyasaya sürdüler. Bunlardan birisi de stres bileziği denilen, şimdi bedava verseniz hatta üstüne para bile verseniz takmayacağım bir üründür. "Ama ama ben de işe yaradı." Diyenlere bir kötü bir haberim var: aslında işe yaramadı, siz yaradığını düşünüp kendi kendinizi rahatlattınız. Buna "Placebo Etkisi" denir, Türkçe ismini araştırmama rağmen bulamadığım için böyle yazmak durumunda kaldım. Placebo Etkisi, insanın kendi kendini kandırmasıdır bence. Mesela bazı psikiyatrislerin "Bu seni rahatlatır" diyerek verdikleri ilaç aslında vitamindir; ama siz onun rahatlatıcı olduğuna o kadar inanmışsınızdır ki; almaya başladıktan sonra stresiniz azalmaya başlar. Buradan da anlaşılacağı gibi herşey kafada bitiyor...



Bir de stres topları vardır ki, bunlar insanı daha da strese sokar. Topu sıkıyorsunuz yine eski haline geliyor. Bu yüzden de insan kendini topa karşı ezik hissediyor ve daha da strese giriyor. "Ben bir topun şeklini bile değiştiremiyorum. O bile beni sallamıyor" diyerekten depresyona ağır ama bir o kadar da emin adımlarla yaklaşıyor.

3) Çağın hastalığı: Strese modern çağın hastalığı gibi bir sıfat taktılar. Bu yüzden de bazı meslek grupları pik yaptı. Bu meslek grupları da tahmin edebileceğiniz gibi psikologlar ve psikiyatrisler. Hatırlarsınız birisine olumsuz birşey olduğunda nazardır nazar nidalarıyla hacı-hocaya götürüp kurşun döktürürlerdi. Şimdi psikologa götürmek isteseniz akla bir soru hiç çıkmamacasına yerleşiyor "Ben deli miyim?" Deli olmadığına ve gerçekten ihtiyacı olduğunu anladıktan sonra, insanlar gizliden gizliye gidiyorlar ve iyileştikten sonra kendileri ile barışık olduklarından bu olayı da rahatlıkla dile getirebiliyorlar. Hatta o kadar da dobra olabiliyorlar ki... "Ay şekerim benim psikologum ne dedi biliyor musun? Psikologa gidenden değil gitmeyenlerden korkuyorlarmış. Bence sen de git. Ben çok memnun kaldım." Böyle böyle ikna ederekten çağın hastalığından kurtulmak için insanlar belli yerlere giderler ve dertlerini anlatıp rahatlar. O zaman şöyle bir soru soruyorum: "Dost kavramı diye bir olay vardı ona ne oldu?"

Yukarıda da belirttiğim gibi stres insan davranışının miladır; belki doktora giderek rahatlayabilirsiniz ama unutmayın herşey paylaşılarak rahatlanır ve bu insanların doktor yerine dost olmasını tercih edin. Gerçek dostlardan bahsediyorum tabiki...

19 Eylül 2010 Pazar

Türkiye'de trafik neden sıkışır?

Bu soruyu görür görmez aklınıza birkaç tane cevap gelmiştir. Muhtemelen ben de o cevaplardan bazılarını buraya yazacağım; fakat güldürürken düşündürerek. Geçtiğimiz günlerde İstanbul'a geldim. Biliyorsunuz İstanbul'da bir yerden başka bir yere ulaşmak işkencedir. Hele de gitmek istediğiniz yere ulaşmak için köprüden geçmek istiyorsanız... O konuya hiç girmeyeyim. Bu gün Kadıköy-Taksim hattı arasında çalışan bir dolmuşa bindim. Gidiyoruz... Köprüye doğru doğal olaraktan trafik sıkışmaya başladı, bizim tecrübeli dolmuş şoförü (!) de başka yollardan geçerek bir şekilde köprüye normalden daha kısa sürede ulaştı. Köprüyü geçtikten sonra bir anda trafik polisleri çoğaldı ve trafik işin içinden çıkılmaz bir biçimde sıkıştı. Sıkışma nedeni de ortaya çıkmıştı. Başbakan geliyordu ve yoğun güvenlik önlemleri vardı. Ben de düşündüm Türkiye'de trafiğin sıkışık olması için o kadar çok neden var ki... Bunlardan birkaç tanesi:
1) Resmi ziyaretler: Hükümetimizin büyüüüük devlet adamları için sayısının 3 haneli rakamlara kadar ulaşabildiği korumaları düşünürsek, onlar bir ili ziyaret ettiğinde yaşanan kargaşayı siz tahmin edin! Bence belli yerlere gelmiş siyasetçiler bu yüzden köylere gitmiyorlar. Zaten az nüfuslu olan köylerimize bir de o nüfus kadar ziyaretçi gelirse oturacak yer kalmaz. Bunun yanında huzur da kalmaz. Bu yüzden lüks bir arabanın plakası normalden farklı renkte ise ve etrafında garip garip ışıklar yanıyorsa o arabalardan mümkün olduğunca uzaklaşın, kaçın, kurtarın kendinizi! Yoksa eve 1 hafta sonra ulaşabilirsiniz benden söylemesi... Bir örnek vermek gerekirse zamanının Papa'sı 3 yıl önceydi galiba İstanbul'a gelmişti ve o ziyaret yüzünden hiç bir araç ne Taksim'e ne de Nişantaşı'na geçebildi. O araçların akıbeti hala bilinmiyor...

2) Yol yapım çalışmaları: Size bunun nasıl bir zaman kaybına uğrattığını küçük bir anımla anlatayım. Geçen yaz bir program aracılığı ile Emirgan'da bir okula gidiyordum. Bilmeyenler için söyleyeyim Emirgan Avrupa Yakası'nda sahilde bulunan bir semttir. Anadolu Yakası'nda kaldığım için her sabah Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nden geçmem gerekiyordu. Şansa bakın ki geçen yıl köprüyü bakıma aldılar. Her gün köprüde 2 şerit kapalı oluyordu ve çalışma 2 ay boyunca sürdü. Her sabah ve akşam o trafiği acısıyla tatlısıyla bir arkadaşımla beraber çektim. Durumun vahimliği ise her gün o sıkışıklıkta televizyon kanallarının haber yapması idi. Yaklaşık zaman kaybımı söylemem gerekir ise; normalde evden Emirgan'a 15 dakikada gidebilirken geçen yaz boyunca sabah saat 10'daki dersime yetişebilmek için 7 gibi yola çıkıyorduk. Daha başka birşey anlatmama gerek yok herhalde...

3) Trafik kazaları: Trafik kazası eğer trafiğin çok aktığı bir yerde olmuş ise çok ciddi bir sıkışıklığa neden olur; ama nedeni kazanın kendisi değildir!!! Kazayı izlemek isteyen meraklı kalabalıktır. Bir trafik kazası meydana geldiğinde gerekli ekipler olay yerine gelir ve belli işlemlerden sonra araçları kenara trafiği engellemeyecek bir yere çekerler; fakat buna rağmen trafik sıkışıklığı devam eder. Çünkü meraklı kalabalık kazanın nasıl yapıldığı hakkında fikir yürütmelidir; şunu da ekleyeyim ki bunun nedeni ibret almak değildir sadece eşe dosta anlatacak bir olay olmasıdır. Bu yüzden de kazanın olduğu yerden yavaş yavaş geçerler. Bir gün Tem otoyolunda bir kaza meydana gelmişti, kaza karşı şeritte olmasına rağmen kazayla hiç alakası olmayan benim gittiğim şerit de tıkanmıştı. Bunun nedenini öğrendiğimde şok olmuştum. İnsanlar kaza yapan araçlara bakıyorlardı. Bu yüzden bu maddeyi bir İngiliz atasözü ile sonlandırmak istiyorum: "Merak kediyi öldürür"

4) Otobüsler: O koskocaman otobüsler bir dönüş yaparken 1,5 şerit kapladıklarından o dönüşlerin olduğu yerde feci bir sıkışıklık yaşanır. Bunu da bir anımla anlatayım evimden Kadıköy'e 15 dakikada gitmeme rağmen; 45 dakikada Kadıköy içinden çıkamadım. Bu rezilliğin tek nedeni ise sistemsiz olmamızdandır. Ülkemizde otobüs yolu diye birşey olmadığından her otobüs istediği yerde durup kalkma hakkına sahip oluyor ve bu da arkasından gelen araçların istedikleri yere sinir krizi geçirerek ulaşmalarına sebep oluyor. Bu yüzden tek çözüm bence Avrupa'dan bu konuda örnekler almak...

Evet sayın okur bu yazıyla gerçekten de içimi döktüğümü düşünüyorum. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Dinlenmek güzel şey...

12 Eylül 2010 Pazar

Totem...

İtiraf ediyorum: Basketbol takımımız benim ve iki arkadaşım yüzünden şampiyon olamadı. Bu yüzden de özür diliyorum sizden... Nedenini size küçük anımı anlatarak izah edeyim. Ben ve iki arkadaşım basketbol takımının gruptan çıktığından itibaren geriye kalan maçları bir tane kafede izledik. Hep aynı yerlere oturduk, aynı yiyecek ve içecekleri sipariş ettik ve her defasında yendik. Bu davranışların takımımıza uğur getirdiğine gönülden inandık. Ta ki son maça kadar... Durumun ciddiyetini size şöyle izah edeyim: Kafenin sahibi artık bizim yerimizi biz teklifte bulunmamamıza rağmen her maçta oturduğumuz yeri rezerve etmeye başlamıştı. Düşünün o bile bizim uğurumuza inandı; ama son maçta maalesef totemimizi gerçekleştiremedik. Çünkü, bir arkadaşımız son maçı bizimle izleyemedi. Bu yüzden de takımımız yenildi. Tekrardan özür diliyorum sizden... İşin şakası bir yana bu totem olayı bana bir duruma ne kadar çabuk bağlanabildiğimizi gösterdi. Batıl inancı fazla olmayan ben bile toteme kendimi kaptırdım... Karşınızda maddelerle kendimizi avutmalarımız:

1) Nazar: Çoğu insan nazara inanır. İnanmayan pek az insan tanıdım. Yoksa yüzde yüz başarıya yakınken başarısızlığımızı nasıl açıklayabiliriz ki? Hemen kendi soruma cevap vereyim tabiki nazarla. Bu arada belirteyim ki ben de nazara inanan çoğunluk kısımdanım. O yüzden de başarılarımı (olursa tabi) dile getirmem. Bir de sakarlıklarımızı nazarın arkasına saklamıyor muyuz?(ben dahil) Mesela, evde misafir vardı gitti. Biz de bulaşık yıkarken bir tabak elimizden kaydı düştü kırıldı. Çok pahalı bir takımın parçası olsa bile önemli değil! Takım mı bozuldu? Amaaaaan boşver nidalarıyla kendimizi rahatlatıyoruz. "Nazar gitti iyi oldu. Zaten o kadının bakışlarını hiç beğenmemiştim!" diyoruz. Bu tabak kırılmasının verdiği huzurla uykuya rahatlıkla dalabiliyoruz...

Nazara inananlar için söylüyorum renkli gözlü insanların nazarı daha çok değermiş. Bilim adamlarının yalancısıyım. Bir araştırmada 3 tane bitki alıyorlar ve bu 3 saksıdan birine renkli gözlü birisinin bakmasını istiyorlar, diğerine kahverenkli gözlü insanın bakmasını istiyorlar ve son kalana da gözlerini kapatmasını istiyorlar. Deney sonucunda renki gözlü kişinin baktığı bitki çok az bir büyüme gösterirken, gözleri kapatan kişinin baktığı en fazla ilerleme kaydeden oluyor. Siz mesajı aldınız bence...

2) Para atma: Bu eylemin tam anlamıyla bazı insanları zengin etmek amacıyla kurulduğunu düşünüyorum. Mesela bir havuz yapıyorlar. Diyorlar ki bir bozuk parayı havuza arkana dönük bir biçimde atarsan ve dilek tutarsan dileğin gerçekleşir. Şöyle diyeyim üşenmedim yaptım ve dileğim gerçekleşmedi! O yüzden sinirliyim ve serzenişte bulunuyorum! Ve işin ilginç yanı o kadar yıl boyunca bozuk para atılan havuz hiç bozuk parayla dolup taşmıyor. Şimdi soruyorum o paralar nereye gidiyor? Yetkili birisi bana cevap versin! Unutmayın ki damlaya damlaya göl olur.

3) Mendil bağlama: Bu da en sevdiğim batıl inançlardan biridir. Genelde mendil bağlan obje ağaçtır. Bazılarına göre uçarsa dilek gerçekleşir, bazılarına göre uçmazsa dilek gerçekleşir... Artık hangisi olur bilmem ama ağaca otantik bir durum sağlıyor ve fotoğraf sanatçıları için ilham kaynağı; ama bir yandan da üzülmüyor değilim ağacın ne suçu var! "Bu ağaca ilk mendil bağlayan kimdir? Hangi amaçla bağlamıştır? Neden bu ağaçtır?" gibi bir sürü soru geliyor aklıma... Öyle ki bir yerde görmüştüm ağacın dalları o kadar dolmuştu ki yan taraftaki ağaçlara mendil bağlamaya başlamışlardı. Şimdi bu beni düşündürüyor. O ağaçta mı gizem yoksa herhangi bir ağaçta mı? Evde kendi ağacımızı diksek de bağlasak dileğimiz gerçekleşir mi? Bu sorunun cevabını bilenler varsa lütfen bana yazsınlar...

İşte geldik yazının sonuna. Bu yazıyı çok bilinen bir kamyon yazısıyla kapatmak istiyorum: "Nazar etme n'olur çalış senin de olur!" Haftanızın iyi geçmesi dileğiyle...

9 Eylül 2010 Perşembe

Nerede o eski bayramlar?

Bildiğiniz gibi Ramazan Bayram'ı geldi... Etrafta bir telaş var. Ev temizlemeler, tatlı yapmalar ya da yaptırmalar, bayram için kıyafetler almalar vs. Bayramlarda bazı insanların mideleri heyecanla kıpırdanmalar yaşasa da bazıları sadece bayrama tatil gözüyle bakıyorlar. Bu aralar benim yaşadığım olaylar da bu ayrımı açık ve net bir biçimde ifade ediyor. Hemen iki örnekle açıklayayım: Annem arefe gününde beni aradı : "Özge burada güzel bir elbise var gel bayramlık olur sana" dedi. Ben de hiç oralı olmadım, elbiseye ihtiyacım olmadığını ve kot, gömlek ve spor ayakkabı üçlemesiyle de bu bayramı geçirebileceğimi söyledim. Bu söz ile annemin kalbini kırmış, bayram ruhuna büyük bir ihanette bulunmuş olabilirim. Diğer örnek ise "geceleri yatmayıp sabahları kalkmayan" ben yine bayramın ilk günü 11:30'a kadar mışıl mışıl uyurken; kapım açıldı ve güne "Bu gün bayram erken kalkın çocuklar" şarkısıyla başladı. Annem beni öğlene kadar uyuduğum için azarlamıştı. O zaman kafama birkaç şey dank etti. Bayram ruhunu yaşatmak isteyenler ve inatla o ruhu yaşamak istemeyenler vardı. Dedim ben bu konu hakkında bir yazı yazarsam ancak rahatlayabilirim... İyi okumalar hepinize:

Bayram ruhunu yaşatmak isteyenler: Bu gruptakiler genelde eski toprak olarak adlandırılan kesim ve o eski toprakların bayramları yaşattığı çocuklarıdır. Çünkü onlardan şöyle cümleler duyarsınız: "Nerede o eski bayramlar?, Eskiden böyle miydi?" Bu gruptakiler, bayramların ilk günleri sabah erkenden kalkar duşlarını alır, cicilerini yani şık sayılabilecek kıyafetlerini giyerler ve misafirleri hazır ve nazır bir biçimde  beklerler. İçlerinde heyecan vardır. Uzun zamandır görülmemiş akrabaları görme fırsatıdır. Ziyaretler başlar... Genelde bu ziyaretler de "Eeee nasılsınız? ve havalar da soğudu değil mi?"den öteye gitmezler. Çünkü konuşalacak pek fazla da konu yoktur. Uzun zamandır görüşülmemiştir ve görüşülme nedeni de zorunluluktur. Sessizlik içinde tatlılar yenir. Kolonyalar sürülür. "Artık bir dahaki bayrama görüşürüz" nidaları ile ortam terk edilir.

Bu insanların bayramını kutlamak gerekirse kesinlikle cep telefonundan mesaj ile kutlamamak gerekir. Kesinlikle bu duruma karşıdırlar. "Bari seslerini duyayım." derler. Eğer mesajla bayram kutlanırsa çok kırılabilirler, onlara göre mesaj soğuk bir yazıdan ibarettir ve insanlara kendilerini özel hissettirmezler. O yüzden uzaktan bayram kutlayanlara öneri 3G'yi hayırlı bir iş için kullabilirsiniz...

Yukarıda anlattıklarım dışında bu gruptakiler bayramı asla ama asla tatil olarak görmezler! Kapıya her gelen çocuğa çikolata, şeker verirler. Bayram bitene kadar da etrafa gülücük saçarlar. Bayram bittikten sonra ise yüzlerindeki hüzünü görebilirsiniz. Bu yüzden de bayramdan sonraki günlerde bu insanlara karşı daha hoşgörülü davranınız lütfen...

Bayram ruhuna inatla uyumak isteyenler: Bu insanlar bayramı gönderilmiş tatil olarak görürler ve dönem içindeki yorgunluklarını bayramda uyuyarak geçirmek isterler. Genelde de büyüklerinin bayramlarını cep telefonlarından soğuk bir mesaj çekerek kutlarlar.

Bu gruptakilerin bayram için yaptıkları hazırlıklar yoktur. Hatta öyle ki bayramlarda kapalı olan yerlere de içten içten gıcık olurlar. Bu yüzden de evden hiç çıkmayıp televizyon izlemeyi tercih ederler. Yani bayramlara kafa dinlemek oluşturulmuş 3-4 gün olarak bakarlar.

Bu insanlardan bazıları bayramın bazı ritüellerine uyabilirler. Bunlardan en önemlisi de "harçlık" toplamaktır. Bazı çocuklar hatta üniversitede okuyan gençler (kendimden biliyorum) ailelerindeki büyüklerin ellerini öperek bu hizmetin karşılığında hakketikleri değeri -para- almak isterler. Maksat bayram ruhu devam etsindir. Tabi ki para önemli değildir (!) Bu yüzden de lütfen alın verin ekonomiye can verin!

Yazdıklarıma ne kadar katılırsınız bilmem ama bu da benden acımasız gerçekler olsun. Bayramınız kutlu olsun!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Herşey Serinlemek İçin!

Ramazan'dan önce bildiğiniz gibi havalar çok sıcaktı. Hatta her gün haberler izliyorduk, son bilmem kaç yılın en sıcak günleri diye. Bütün bir yaz boyunca İstanbul'da olduğumdan dolayı denize girmek gibi bir lüksüm yoktu. Bana ait sadece hafta sonlarım vardı ve bunun bir cumartesi gününü de arkadaşlarımla havuza giderek değerlendirmeye karar verdik. Başlıkta da belirttiğim gibi herşey serinlemek içindi! Sabah erkenden kalktık hazırlandık ve servise binerekten havuza ulaştık. Orada anladım ki bizim telefonlarımız dinleniyormuş! Çünkü, herkes bizden kıskanıp hafta sonunu havuzda geçirmeye karar vermiş gibiydi. Ben de araştırmacı-gazeteci (!) kişiliğim ile gün boyunca etrafı izledim (kendi davranışlarım dahil). Çıkardığım sonuçları sizinle paylaşayım dedim:

1) Kalabalık mı? : Havuza gitme lüksünüz olduğu günler sadece cumartesi ve pazar günleri ise size kötü bir haberim var. Havuzda ayakta durabiliyorsanız şanslı sayılırsınız. Çünkü, hafta sonları havuz öyle bir kalabalık olur ki havuzda bırakın yüzmeyi, ıslanmak için bile yer ararsınız! Yani o haberlerdeki havuzdaki kalabalık insan profilleri kesinlikle doğru. Bizzat yaşadım. Havuzdaki kalabalık sorunu sadece serinlemekle de kısıtlı kalmıyor. Biliyorsunuz ki bronzlaşma -yani tenin normalden daha koyu olması- isteği çoğu insanda var. Bu yüzden de şezlonga, şemsiyeye ihtiyaç duyulabiliyor. Buna bağlı olaraktan insanlar kendi şezlong ve şemsiye kapma stratejileri geliştirmişlerdir. Mesela sabahın köründe kalkmak bunlardan biridir ki bence en mantıklı strateji de budur. Unutmamak gerekir şezlong da şemsiye de kapanındır! Bunların dışında üst değiştirmek için soyunma odaları sorunsalı var ki yüzmekten çok soyunma odasında beklemeye vakit ayırabilirsiniz.

2) Karşılaştırma: Bilindiği üzere hiç kimse dört dörtlük değildir. Kendini dört dörtlük gören varsa da yalancıdır. Bazı insanlar bu gerçekle yüzleşmek istemezler ve kendilerini avutma yollarına giderler. En güzel avutma biçimi de kendilerini başkalarıyla karşılaştırmaktır. Bu havuz başında çok sıkça rastladığım bir durum oldu. Duymuşsunuzdur bikini giyen kilolu birini görünce hemen şu yorum yapılır: "Ayyyy böyle bir kilom olsa hayatta bikini giymezdim, insanlara bak!" O zaman hep "sana ne kardeşim?" demek isterim. İçimde patlar orası ayrı...  Unutmamak gerekir ki o yorumları yapan da bu tarz yorumlar alabilir. "Ne öyle süt beyazı kalmış, yazık hiç güneşlenmiyor galiba" gibi... Bu da çuvaldız, iğne olayına dönüyor...

İnsanoğlu olarak rekabetçi olarak yaratılmışız da benim haberim yokmuş. Normal hayatında hırslı görünmeyen biri bile havuz başında hırstan gözü kör olmuş birine dönebiliyor. Nasıl mı? Tabiki güzel balıklama atlayabiliyorsa. Hemen havuz kenarına geçerler ve havuza doğru baş önde, bacaklar düz bir biçimde atlarlar. Sonra da etraflarına bakarlar beni öven gözler var mı? Arkasından atlayanlar beceremiyorlarsa da küçümseyen gözlerle bakarlar. Demem o ki havuz başı "kurtlar sofrasıdır" dikkatli olmak gerekir.

3) Cankurtaranlar: Havuz kültürünün demirbaşlarındandır. Her tesiste bir tane vardır havuz büyüdükçe sayıları havuz büyüklüğüne doğru orantılı biçimde artabilir. Çok fazla havuza gitmişliğim olmasa da bu insanların hiç can kurtardığını görmedim. Zaten maksimum iki metre derinlikteki dalgasız bir yerde bir insanın boğulması bana imkansıza yakın geliyor. Cankurtaranların asıl amacının insanları yaralanmalara karşı uyarmak olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye'de! Neden mi hemen açıklayayım. Biliyorsunuz bizim nesilden nesile gelen bir oyunumuz var: kendisi "deve güreşi" olarak adlandırılıyor. Bu oyunun oynanması için en az dört kişi gerekmektedir. Oyunun amacı suyun kaldırma kuvvetinin yardımıyla birbirlerinin omzuna çıkan insanların birbirlerini devirmektir. Bu oyunun mantığını tartışmayacağım. Sadece neden bunu havuz gibi bir yerde yapıyorlar onu merak ediyorum. Düştü diyelim karşıda ki kimseye ödül vermiyorlar ki üstüne sakatlansalar ne olacak? Dikkatli olun sayın deve güreşçiler! Bu yüzden de doğal olaraktan o sıcağın bağrında bekleyen cankurtaranlarımız orada onları uyarmak için bulunurlar. Başka da aktif bir görev yaptıklarına rastlamadım...


 Havuz bir kültürdür ve bence 3 tarafı denizlerle çevrili olan bir ülkede sağlam temelli olması gerekmemektedir. Sadece havuza giden yaramazlara sesleniyorum lütfen güneşlenenleri ıslatmayın...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Aslında Hepimiz Koçuz!

Bildiğiniz gibi bu aralar Dünya Basketbol Şampiyona'sı yapılmakta. Hem de Türkiye'de. Yani bu dönem milli duygularımızın daha da kabardığı bir dönem. Basketbolla hiçbir alakası olmayan insanları bile milli maçları izlerken bulabiliriz. Ben de maçları izleyen çoğunluktan biriyim. Boyuma bakmadan basketçi gözüyle maçları izliyorum. Sonuçta teknik direktörlerin uzun olması gerekmiyor değil mi? Kendimi de böyle avutuyorum işte. Neyse geçtiğimiz gün Türkiye-Yunanistan maçını izliyorum. Bir anda kendimi otururuken, bacaklarımı gerginlikten sallarken ve maç hakkında yorumlar yaparken buldum. "Aferin Kerem güzel oyun kuruyorsun, ama alan savunmasını çok kötü yapıyoruz. Nasıl üçlük atabiliyorlar bu kadar rahat?" derken bir anda şok oldum. Çok da iyi bilmediğim bir konu hakkında ahkam kesiyordum. Bir de bunun üzerine "Maçı sunan spikerin iki oyun kurucuyla oynamalıyız" gibi önerileri durmadan dile getirdiğini duyunca anladım ki bu bizim millet olarak huyumuz. Bu yüzden de böyle milli maçları hatta bütün maçları izleyenleri maddelere ayırdım. Maddelerle maç izleyenler:

1) Ahkam kesenler: Bu tipler kendilerini tuttukları takımın teknik direktörleri sanırlar. Maç izlerken takındıkları tavır şöyledir. Ellerinde bir içecek, varsa önlerinde bir tabak çerez bulunur. Oturdukları yerden: "Böyle pas mı verilir?, Bu ne biçim savunma?, Bizim sokakta top oynayanlar bile yapardı o atışı!" gibi serzenişlerde bulunurlar. Her an avını bekleyen aslan gibi tetiktedirler. Sayı olduğunda saliselik bir zaman biriminde ayağa kalkıp sevinçle bağırabilirler. Bu yüzden bu tiplerle yaşıyorsanız ani hareketlere hazırlıklı olmanız gerekir. Panik atak geçirmemeniz açısından söylüyorum...


2) Kabullenemeyenler: Bu gruptakiler kendilerini yenildiklerinde belli ederler. Yendiklerinde hiçbir sorun çıkarmazlar. Bu grubun diğer bir ismi de "mızıkçılar" olabilir. Çünkü bu tiplerin yenilmeye tahammülleri yoktur bu yüzden de yenilgilerinin nedenlerine inmek adına türlü türlü bahaneler bulabilirler. En sık başvurulan bahane ise "Hakem taraf tuttu"dur. Bu arkadaşlara sorarım "Eeeee siz yenerken hakem taraf tutmadı mı?" Bu gruptakilerle arkadaş olanlara şöyle bir öneri bu insanlarla maç yapmayın yaparsanız da aynı takımda olun.

3) Soğukkanlı davrananlar: En sevdiğim tiplerdir. Halk içinde tabir edilen "cool (kuul)" sözü sanki bu gruptaki insanlar için yaratılmıştır. Çok önemli bir maçta bile sayı kaçırılsa hiç seslerini çıkarmazlar maçın sonuna kadar sabırla beklerler. Eğer sonuç yenilgi ise "Sağlık olsun bir daha ki sefere, iyi olan kazandı" diyerekten "fair play" ruhu yani " maç biter dostluk kalır" ruhunu yansıtırlar. Benim düşüncem bu insanlar çok iyi yönetici olabilirler. Çünkü adamlar sakin olmak için doğmuşlardır. Kriz anlarını büyük bir soğukkanlılıkla idare edebilirler. Takdir edilesidirler...

4) Mecburen izleyenler: Bu insanlardan maç izlerken uzak durmak gerekir. Çünkü maç izleyenin hayatını maç süresi boyunca zehir edebilir! Nasıl mı? Tabiki sorularıyla. Mecburen izliyorsa kurallardan haberi yoktur ve ilgili gözükmek için değişik sorular sorabilirler. Bunlardan bazıları "Ofsayt ne demektir?, Hakem elini yumruk yapınca ne oluyor?" gibi sorulardır. Bir de bu tipler olayı daha da abartıp en basit yol olan hakemin maçı kötü yönettiğini söyleyebilirler. Sırf kendilerine yandaş bulup yalnız kalmamak için. Mecburen izleyenlerin maç süresi boyunca kişilik problemleri vardır. Dikkat etmek gerekir.

Size soruyorum sizce siz hangi tipsiniz? Yoksa teknik direktör müsünüz? Ya da hakemi kötüleyen bir yorumcu?

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Bavul Hazırlama Sanatı

Bavul hazırlamak bir sanattır. Bunu ilginç bir tecrübe ile geçtiğimiz haftasonu yaşadım. Bu küçük anımı sizinle paylaşayım. Uzun zamandır -bilgisayar başında oturmaktan galiba- belim ağrıyordu ve artık bunu dile getirmeye de başlamıştım. Benden daha fazla bel ağrısı yaşayan annem "haftasonu kaplıcalara gidelim mi?" dedi. Ben de değişiklik olur diyerekten iki gün nasılsa dedim ve kabul ettim. Kabul etmem ile birlikte malum hazırlıklar başladı. Bavul hazırlamak! Ben umursamaz bir biçimde birkaç parça eşyam ile dikildim annemin karşısına. Annem şaşkınlık içerisinde eşyalarıma baktı ve bavula koyamayacağını söyledi. Çünkü bavul tıka basa dolmuştu. Ben de iki gün için ne koydu diye merak ederekten homurdana homurdana bir sırt çantası yaptım kendime. Bir yandan da ukalalık yapıyordum iki gün için o kadar eşya alınır mı diye? Neyse arabaya bindik gidiyoruz annem: "Eyvah telefonun şarj aletini unuttum dedi." Ben de aldığım için ukalalığıma devam ettim. Sonra bana bir soru yöneltildi: "Özge pijamanı aldın mı?" diye. O zaman kafama bazı şeyler dank etti. Pijamamı almamıştım. Anladım ki bavul hazırlamak bir sanattı... Bu yüzden de yol boyunca düşündüm bavul hazırlayanlar nasıl bir kategoriye koyulabilir. Yaptığım küçük kategori karşınızda:

1) Taşınanlar: Bu kategoridekiler pusuya yatmış yolculuk yapmayı beklerler. Çünkü bavul hazırlama sanatından en fazla anlayanlar "taşınanlar"dır. Bu tipler yolculuk için gereken herşeyi akıllarında tutarlar ve bavula sığabilecek şekilde yerleştirebilirler. Hiç paylaşımcı değildirler. Çünkü her eşyayı kendi düzeninlerine ve bavul büyüklüklerine göre milimetrik hesaplarla yapmışlardır ve kimsenin de bu planı bozmasına izin vermezler. Hele bir de bu tipin cinsi "bayan" ise. İşte o zaman sırf ayakkabılar için bile başka bir bavul gerekebilir! Size önerim bu tipler en tehlikeli olanlardır fazla karışmayınız bavul işlerine.
Bu gruptakiler genellikle mevsim ne olursa olsun tedbirlidirler. Yani mevsim yaz olsa bile bavulun içinden kalın bir kazak çıkabilir. Ne olur ne olmazdır; her an kar yağabilirdir. Ya kazağa ihtiyaç olsa ne yaparlar? Bence felsefeleri tam olarak "Son gülen iyi gülendir!". Çünkü eğer hava es kaza bozarsa diğer gruptakiler üşüyeceklerdir ve bu tipler sıcak sıcak kazaklarıyla oturacaklardır. Siz siz olun bu tiplerin bavuluna laf söylemeyin...



2) Kayıtsızlar: Bu gruptakilerin kesinlikle cimri olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü, adları üzerinde kayıtsızlardır. Her zaman zorla yola çıkıyorlarmış gibi davranırlar ve "aman bavul hazırlamak da neymiş?" gibi bavul sanatından anlamayan cahil gibi davranırlar. Genellikle de diş fırçalarını unuturlar. Bu yüzden de gittikleri yerden diş fırçası almak zorunda kalırlar. Bu yüzden diyorum ya cimri değillerdir. Cimri olsalardı onları "taşınanlar" kategorisine koyardık. Bu tipler bavullarına koydukları bütün eşyaları kullanırlar. Çünkü fazla eşya almamışlardır yanlarına. Minimum eşya ile yolculuğu bitirmeye çalışırlar; ama genelde unuttukları yüzünden bir dönerken ellerinde fazladan birkaç çanta daha bulunur. Yeni aldıklarını taşımak için. Bazı "taşınanlar" bu gruptakilerle dalga geçebilirler...

3) Teknoloji bağımlıları: Bu gruptakiler için en önemli olan şey yolculuklarında kalacak yerlerde internet olup olmadığıdır. Pijamalarını unutabilirler ama taşınabilir bilgisayarlarını ve o bilgisayarların şarj aletlerini asla! Onların amacı yolculuğu dolu dolu geçirmektir. Bavullarına kalacak günden fazla kitap koyabilirler. Yanlarında her zaman mp3 çalarları bulunur müzik dinlemek için. Bu tipler için ne giydikleri değil zamanlarını nasıl geçirdikleri önemlidir. Bence bu tipleri teknolojik aletleri ile yalnız bırakın... Onlar öyle mutlular...

Şimdiiii geldik bavul hazırlarken yanınıza almanız gereken önemli eşyalara: Nüfus cüzdanı, para, ev anahtarı, biletler, pijama, diş fırçası, diş macunu, sıkılanlar için kitap, otobüs yolculuğu için küçük yastık vb. Ben size küçük bir liste yaptım belki işinize yarar. Çıktığınız yolculuklarda ihtiyacınız olan bütün eşyalarınızın tam olmasıyla dileğiyle...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Müşteri Her Zaman Haklıdır (!)

Hayır değildir! Sadece hizmet sektöründe yöneticiler müşterilerin egolarını tatmin etmek için yazarlar ya da derler "Müşteri her zaman haklıdır" ya da "Müşteri velinimettir" gibi; ama onlar da bilir ki müşterinin her zaman haklı olması imkansız. Şöyle düşünün hayatın akışı gereği herkes birbirinin müşterisidir ve dünyada herkesin haklı olma ihtimali var mıdır? Eğer evet diyorsanız sizin için benim yazım burada bitmiştir. Hayır diyorsanız yazımı okumaya devam edebilirsiniz. Size bu konunun nasıl aklıma geldiğini anlatayım. İki ay önce bir şirkette gizli müşterilik yaptım. Evet, artık itiraf etme vakti geldi ben bir gizli müşteriyim! Size hemen gizli müşteri ne demek onu açıklayayım. Gizli müşteri argo tabiriyle görüp görebileceğiniz en "kıl" müşteridir. Çünkü, sizden çok ayrıntılı siparişler isteyebilir ve sizin tavrınıza göre de bir rapor yazar. Mesela ben sanal bir mağazadan bir ürünü ikiye bölüp iki ayrı pakette getirmelerini istemiştim. Başaramazlarsa benden eksik not alacaklardı. Eminim o isteğimi okuduklarında "Nasıl insanlarla uğraşıyoruz demişlerdir". Bunun üzerine de ben düşündüm taşındım ve müşteri çeşitlerini esprili bir dil ile anlatmaya karar verdim. Maddelerle müşteri çeşitleri:


1) Sakin olanlar: Eğer hizmet sektöründe çalışıyorsanız hep karşılaşmak istediğiniz müşteri tipidir. Çünkü bu müşteriler çok sakindir. Her koşula ellerinden geldiğince uyum sağlarlar. Mesela istedikleri ürünün onlara göre bedeni mi yok başları öne eğik "Sağlık olsun" derler. İstedikleri yemek kalmamış mı hemen B planı olarak başka bir yemek sipariş ederler. Bağırıp çağırıp o mekanı terk etmezler. Bu müşteri tipinde dikkat edilmesi gereken sadece bir nokta vardır; sınırları zorlamayacaksınız. Çünkü, sınırları zorlamaya başladığınız an bu cici insanlar bir anda patlamaya hazır bir bomba haline gelebilirler. Dikkatli olun benden söylemesi...

2) Sabırsızlar: Bu tipleri hemen fark edebilirsiniz. Adları üzerinde sabırsızlardır. Genelde alışveriş yapmaktan pek hoşlanmazlar ve bu eylemi zorunluluk olduğundan yerine getirirler. Tek hedefleri bir an önce istediklerini elde edip o mekandan uzaklaşmaktır. Bu tipler fazla seçici değillerdir. Bir ürünü beğenirlerse hemen alabilirler ya da yemek yerlerinde hep aynı yemeği söyleme özelliğine sahiptirler. Genelde de o yemek en kısa sürede hazır olan yemektir. Bu tiplerin hep acelesi vardır. Bir yere yetişmek zorundadırlar. Bir de kuyrukta bekleme durumları vardır ki en nefret ettikleri durumdur. Bir anda melek gibi olan sabırsız müşteri tipi şeytana dönüşüp kuyrukta "kaynak yapma" yani hiç kimseye belli etmeden önlere geçme taktiğini uygulayabilirler. Bu konuda bu tiplere karşı önlem almak gerekebilir.

3) Tasarruflular: Bu müşteri tiplerinin en yaygın kullandığı laf: "Ben kaliteyi ucuza almak istiyorum"dur ki genelde de bunu başarırlar. Ellerinde bir ajanda tutabilirler sırf indirim günlerini kayıt edebilmek için. Bu tiplerin genelde birkaç markaya sempatisi vardır ve o markaların indirim anları için pusuya yatmışlardır. Öyle ki neredeyse günü gününe saati saatine indirimi sezebilirler ve çok pahalı ürünü indirimli fiyatla aldıkları an insanlarla bu başarısını paylaşırlar. "Ayol geçende bir gömlek aldım %70 indirime girmişti, hemen kapıverdim. Enayi miyim ben ayol mevsiminde alayım o gömleği" gibi cümleleri bu tiplerden çok duyarsınız. Sevimli tiplerdir ben severim kendilerini.

4) Titizler: Bu müşteri tipini neredeyse mutlu etmek imkansızdır. "Mükemmelliyetçi" diye oluşturulan kelime aslında titiz müşterileri ile eş anlama gelmektedir. Hizmet sektöründe olanlar genelde bu müşteriyi kendi hallerine bırakırlar; müşteri ilk önce yeri gezer ürünlere ayrıntılı bir biçimde bakar. Söz konusu olan ürün kıyafet ise kumaş türü, dikiş şekline hatta etiketine kadar bakabilirler. Sonra da ürün hakkında orada çalışan elemanın bile bilemeyeceği ayrıntılı sorular sorabilirler.  Bir yemek yeme mevzusu için ise menüde bulunan her yemeği sosundaki domates miktarına kadar sorup garsonu çileden çıkarabilirler. Bu müşteri ile iletişim kurmak zordur. Bu yüzden de bu müşteriler için de bütün ürünler hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmak gerekir.

Hep sakin olan müşterilerle karşılaşmanız dileğiyle... Okuduğunuz için teşekkür ederim.

22 Ağustos 2010 Pazar

Buraya Park Etmek Yasaktır!

Geçen hafta tatil yapmak amacıyla ailemin yaşadığı yer olan Giresun'a geldim. Giresun küçük bir Karadeniz sahil kentidir. Çoğu küçük şehirde olduğu gibi Giresun'un da gezmek için bir tane caddesi vardır "Gazi Caddesi." Diğer kalan bütün caddeler de o büyük caddeye paralel olarak bağlanır. Yani Giresun'da kaybolma riskiniz neredeyse sıfırdır. Bu kadar bilgiden sonra ne alaka demeyin hemen anlatacağım.Bugün eve gelmek için dolmuş durağına yürürken şok edici bir manzara ile karşılaştım. Giresun'da trafik sıkışmıştı! Neden mi? Çünkü, bir amca birisini bekliyordu yolun ortasında durmuştu; iki araç arkadaki kamyonetin şoförü ise yerinde bile değildi. Sırf bu iki araç yüzünden trafik felç olmuştu ve ben de bu manzarayı gördükten sonra park etme konusunda bir yazı yazmak istedim. Türkiye'nin her yerinde olan bir sorun: "Park etme sorunu"; öyle ki bence Milli Eğitim Bakanlığı bu işe el atıp trafik ile ilgili olan derse park etme ile ilgili de bir ünite koymalı tabi dersler boş geçmiyorsa. Karşınızda maddelerle normalde garip; ama Türkiye'de olağan olan park etme davranışları:

1) Yasaklar delinmek içindir: Millet olarak bu ilkeyi hayat felsefesi haline getirmişiz de benim haberim yokmuş. Park etmek istemese bile insan park edilmez tabelasını görünce ben buraya park etmeliyim diyerekten hemen arabayı o tabelanın önüne yaklaştırıyor. Çok gördüm oradan biliyorum; ukalalık yaptığımdan değil. İşin ilginç yanı tam olarak ironik bir manzara ile karşı karşıya kalmamız! Bir "araba çekilebilir" tabelası ve önünde de park etmiş bir araç. Her zaman o arabanın karşısında bir yer bulup, oturup çekirdek çitleye çitleye arabanın çekilmesini izlemek istemişimdir. Oraya araba park etmenin mantığı nasıldır bir türlü anlam verememişimdir. Anlam veren varsa yorumlarınızı bekliyorum...

2) Yolun ortasında dörtlüleri yakıp bırakanlar: Evet bunu yapan kibar insanlar var. En azından arkasında boş boş beklemiyorsunuz; "Hııı dörtlüleri yaktığına göre bir süre burada kalacak bari sollayayım da geçeyim" mantığı güdüyorsunuz ve solluyorsunuz. Eğri oturup doğru konuşalım bu çok yapılan bir davranış. Mantık "abi 2 dakikalık işim var o kadar yol yürüyeceğime hemen bırakayım sen beni sollarsın!"; tamam kabulum sorun yok. Düşünceli davranan bir kardeşimiz. Benim yaşadığım sorun onlar arabaya binerken yaşanan durum. Yol onlarınmış gibi davranan bazı kibar vatandaşlar hiç arkadan araba geliyor mu diye merak etmeyerekten "dan" diye kapıyı açıp direksiyon başına geçmek isterler. Bu kibar vatandaşlara sesleniyorum hayatınız riskli! Dikkatli olmayan bir sürücü sizle birlikte arabanızın kapısını alıp uzaklaraaa götürebilir. Sadece uyarmak istedim.

3) Ego tatmin edenler:  Eğer bu yazıyı okuyan bir psikoloji öğrencisi varsa ona bir önerim bu ego tatmin edenlerle ilgili bir tez yapılmalı! Bu ehliyet almış şoförler genelde arabayı park etmek için uğraşmazlar. Gelişigüzel bırakırlar. Bu da genelde araba düzeltme problemi olmadığından çapraz gerçekleşir. Sadece merak ettiğim arkadan geçecek araçları hiç mi düşünmezler? Sırf bu çapraz park eden arabalar yüzünden trafik yavaşlar bu da yetmezmiş gibi bir sürü insanın siniri bozulur. O yüzden bu tür araba park edenlerin "abi ben kitleleri böyle peşimden sürüklerim" hesabı ego tatmin etmek istediklerini düşünüyorum.



4) Görme bozukluğu olanlar: Genelde park yeri için ayrılmış olan yerlerde çizgiler vardır. Bu çizgiler de standarttır, yani bütün arabalar rahatlıkla o iki beyaz kalın çizgi arasına girebilirler; ama bizim bazı görme bozukluğu olan şoförlerimiz nedense o çizgiyi pek umursamazlar ve yukarıda belirttiğim ego tatmin edenler gibi gelişigüzel park ederler. Eğer normalde park sıkıntısı olan yere park ettilerse kendileri hakkında pek iyi düşünceye sahip olmayan insanlar olabilir.

Bir de görme bozukluğu olanların tabela okuyamayanları vardır ki bu çok fena. Bu insanlar genelde engelli yerlerine park etmek isterler. Nedeni ise ayakları rahatlıkla hareket edebilse bile kapının dibinde olma isteğidir. Kapıya ne kadar yakınsa o kadar iyidir mantık. Ayakkabılar eskimesin değil mi? Bu insanlar "Artık engelli biri varsa zaten bir şekilde gelir ya da dışarı çıkmasaymış. Bana mı sordu diyebilirler."

5) Dakik olanlar: Türkiye'de arabalar çoğaldıkça park yerine ihtiyaç arttı. Tabiki her alanda olduğu gibi bizim zeki girişimciler park yerleri ortaya çıkarmaya başladılar ve ücretli hale getirdiler. Bu da normalde dakik olmayan bizleri dakikliğe itmek zorunda kaldı. Nasıl diyorsanız okumaya devam edin; çünkü anlatmaya başlıyorum. Malum teknoloji gelişti bu da her işimez bilgisayarların girdiği anlamına geliyor. Bilgisayar girmesi demek otomatik bir durumla karşı karşıyayız demek. Mesela bir otoparkın iki saati 5 TL ise  iki saat bir dakikası 7,5 TL olabilir çünkü sistem iki saati geçtiğini gösterir. Bu da bizi mecburen dakik yaptı.

Bu davranışlar sadece birkaçı daha neler var neler. Burada yazılanlar dışında gördüğünüz davranışlar varsa yorumlara ekleyebilirsiniz. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Türkler İnsan Klonlamayı Başarırsa...

Klonlamak, son yıllarda baya revaçta olan bir konudur. İleri teknolojisi olan ülkeler insan klonlama konusunda çok ciddi rekabet içindeler. Hatırlarsanız; Dolly vardı klonlanan kuzu... Hatta klonlanan kedi bile var; fotoğrafını bizzat gördüm. Klonlama işine para ayıran ve emek harcayan ülkeler var. Yani bu işi baya ciddiye alıyorlar. Türkler ise henüz bu teknolojiden haberleri yokmuş gibi davranıyorlar. Bırakın kuzu, kedi klonlamayı sivrisinek bile klonladıklarını duymadım. Bu gün size hiç oluşturulmamış bir senaryo yazacağım. Ya Türk Bilim Adamları insan klonlamayı başarırsa? Sizce dünya çok ilginç bir yer haline gelmez mi?  Maddelerle senaryom:

1) İlk faydalanacak insanlar politikacılar: Biliyorsunuz ki siyasete atılan bir politikacı ciddi bir olay patlak verene kadar ya da ölene kadar siyaseti bırak(a)mıyor. Bence, koltuk sevdası dedikleri tam anlamıyla bu. Bu yüzden de diyorum ki Türkler insan klonlamayı başarırsa belli bir koltuğa oturmuş siyasetçiler (!), koltuğu bırakmamak pahasına parasının son kuruşuna kadar bu teknolojiye yatırım yapacaktır. Okul, hastahane neymiş ki bizim o politikacıya ihtiyacımız var! E insan da ölümlü olduğuna göre ölümsüzlük formülü gibi algılanan klonlanmaya ciddi paralar aktarmak lazım ki o politikacı hep hayatımızda kalsın, bizi aydınlatsın. Bu yüzden de bence, insan klonlama miladından sonra halk değişir, meclistekiler, televizyondakiler değişmez. Hep beraber rütin bir hayata bağlarız. Ruhsuzlaşırız, sinirlenmeyi bırakırız...


2) Asosyalleşme başlar: "Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin" cümlesinin çok söylendiğini duyuyoruz. Artık hiç kimse birbirine güvenemez oldu, benim benden başka dostum yoktur felsefesi dönmeye başladı etrafta. Bu yüzden de insan klonlamanın icat edilmesiyle birlikte insanlar ne yapar eder parasını biriktirip kendilerini klonlatırlar ve kendi kendilerinin arkadaşları olurlar. Bir de şöyle tipler vardır etrafta: "Çok şanslısın, keşke benim kaşıma da benim gibi, biri çıksın" diyenler. Bu insanlar politikacılardan sonra kendilerini klonlatacak egosu tavan yapmış insanlardır.
Bir de klonlanma arttıkça çok farklı bir sorunla karşı karşıya kalırız. "Hangisi orijinal acaba?", düşünsenize sırrınızı paylaştığınız biricik dostunuz ya o değilse... Bence büyük bir kaos yaşatır bize. Bu yüzden de diyorum ki taklitlerden sakınınız..

3) Devlet işe el atar: Sizce kambersiz düğün olur mu? Eeeee olmayacağına göre devletsiz de klonlanma olmaz. Devlet doğal olarak pat diye klonlanma ile ilgili yasalar çıkaramaz; millet yasalar çıkana kadar o boşluğu hemencecik değerlendirip kendini klonlatmaya çalışır.  Sonra devlet işe el atar ve vergi getirir. "Klonlanma vergisi"; ama buraya ek bir not düşmek istiyorum: "Yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı!" Klonlanma vergisi paşa paşa ödendikten sonra sıra bu işin prosedürüne gelir. Tabi bu prosedür de devlet adamları kendilerini klonladıktan sonra olur. Devlet, bir sürü kağıt ister ve klonlanma işini baya bir yokuşa sürer. Zaten insanın kendini klonlatmasının diğer amacı da budur; yeni klonlanmış insanı kendi yapması gereken yığınla bürokratik işlerle yapayalnız bırakma ve keyfine bakma...

4) Dünyayı ele geçirmeye çalışırız: Biliyorsunuz ki, Türkiye'den yurtdışına özellikle de Almanya'ya göç eden çok. Hatta "Alamancı Türkler" diye de bir tabirimiz vardır. Şimdi sorarım size "Alamancı Türkler"in Türkiye'de yaşayan Türkler'den neyi eksik? Tabiki onlar da kendilerini klonlatma hakkına sahipler. Hele de yurtdışında hayat yalnız başına çekilmezken. Türkiye'de klonlanma arttıkça "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözüyle çıkar diğer ülkeleri sömürgemiz haline getirebiliriz.

5) Farklar arasında problemler ortaya çıkmaya başlar: Bir süre sonra klonlanan insanların klonları kendilerinin sömürüldüğünü hissederekten, isyan etmeye başlarlar. Bu sorunada hükümetin müdahale etmesi gerekebilir ve bu müdahalenin ismi de "Klon Açılımı" olabilir. Bu açılımı ilk başta hükümet dahil kimse anlayamaz; ne yapıyoruz acaba biz derler. Sonra yavaştan, bir yerlere gelmiş meslek gruplarıyla konuşurlar bir anlam katmaya başlarlar. Sonrasında ne olur bilemem ama; basını oyalayacak yeni bir terim çıkar literatüre.

Türkiye'nin bir yanı tembelleşirken kalan kısmı da şu an ki gibi olur. Nüfus patlamasından bahsetmiyorum bile. Kahvelerde ciddi bir artış olur. Çaycılar servetlerini 2'ye katlar. Hatta kahvelerdeki oyunların olimpiyatları çıkar. Her yıl Dünya Okey ve Pişti Olimpiyatları olduğunu düşünsenize... Okeyde taş çalan diskalifiye ediliyor. Şampiyonun çıktığı ve aynı zamanda da diskalifiyelerin en sık yaşandığı milleti de söylememe gerek yok diye düşünüyorum.

Bence şu an düzenimiz iyi. Türk Bilim Adamları aynen bu şekilde devam etsinler. Ne gerek var klonlanmaya öyle değil mi?

15 Ağustos 2010 Pazar

Yolculuk Nereye Kardeş?

2008 yılında bir öğrenci programı ile yurtdışına çıktım. Gideceğim ülke Amerika olduğundan doğal olarak vize almam gerekti. Amerika'ya gitmeye karar aşamasından pasaportumda vizemi görene kadar geçen süreçte çok şey öğrendim. Öğrendiğim ilk kurallardan biri de "yurtdışına zorunlu olmadıkça çıkma!" idi. Çünkü, vize için gereken belgeler için muhtemelen bir orman bitiriyoruz yani Türkiye içten içe çöl oluyor! Malum küresel ısınma pardon küresel iklim değişikliği yaşıyoruz! Yani ben bu kadar belge toplamanın yani vize almanın tam anlamıyla özel hayat ihlali olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de gitme kararı alanların tekrar düşünmesi için bu yazıyı yazmak istedim. Karşınızda maddelerle yurtdışına çıkmak isteyen bir insanda bulunması gereken nitelikler:

1) Sabır: İlk olarak size bir soru: Yurdışına çıkmak istiyor musunuz? Bu soruya "evet, istiyorum" dışında herhangi bir cevap veriyorsanız uçak biletinizi almadan vazgeçin. Çünkü, hayatınızda yeterince sorun var ve belge hazırlamaya ayıracak vaktiniz yok! Evet, dediyseniz hazır olun, çünkü hazırlayacak bir ansiklopedi kalınlığında olacak dosyalarınız var. Kendi hayatınızın ansiklopedisi, aynı ansiklopedilerde olduğu gibi içinde hiçbir duygusal bilgi yok, sadece sizin hakkınızda somut veriler var. İşte bu yüzden de önceden de belirttiğim gibi ben yurtdışına yolculuğun özel hayat ihlali olduğunu düşünüyorum. Gitmek zorunda değilseniz gitmeyin ya da paranız varsa sizin yerinize evrakları toplayacak sabırlı birini tutun. Ha, hala ısrarcısınız ben gitmek zorunda değilim, tatil amacıyla gitmek istiyorum diyorsanız;size bir öneri Türkiye'de de bir çok gezilecek görüşecek yer var. Hatta, müjde bazı ülkelere vize kalktı! O ülkeleri tercih edebilirsiniz! Hala vize almak istiyorsanız, yanınızda kalp ve sinir ile ilgili sizi rahatlatacak ilaçlar bulundurun. Çünkü bu ilaçlara gerçekten ihtiyacınız olacak...

2) Meymenetsiz surat: Sevimli bir tipiniz varsa ve bütün fotoğraflara baş 33 derece omuza doğur eğik ve 32 diş sırıtarak poz veriyorsanız, belgeleri toplamak için bile uğraşmayın. Çünkü, size kötü bir haberim var; yurtdışına çıkamazsınız. Bunun nedenini size hemen küçücük bir örnekle açıklayayım. Yaknınızda varsa fotoğraflı vize basılmış bir pasaporta bakın ve fotoğrafı inceleyin. Sizce de hapishane kaçkını gibi durmuyor mu? Sanki yurtdışına ömür boyu hapis yatmaya gidecekmiş gibi. Dünya güzeli bile olsanız çirkin çıkarsınız arkadaş! Size vize için gereken fotoğrafın yapısını anlatayım: Uzun saçlıysanız saçlar kulak arkasında olacak, küpe bulunmayacak, boynunuz görünecek ve gülümsemeyeceksiniz. Vesikalıkta kafanı fotoğrafın bilmem kaçta kaçını kaplayacak, unutmayın ki görevliler bu kurala karşı aşırı derecede hassaslar. Hemen sizi geri yollarla ve tabiki konsolosluk karşısında bulunan fotoğrafçıda fotoğraf çektirirsiniz. Yaşadım ondan biliyorum. Bu yüzden de bence vize fotoğrafı çektiren fotoğrafçıların gerekli eğitimden geçmiş üniversite mezunu olması gerekir.


3) Umursamaz olmak: İstenilen bütün belgeleri tamamlamayı başardıktan sonra, 2. adıma geçmeye hak kazanırsınız. Bu da konsoloslukta yapılacak olan mülakattır. Terör son dönemlerde tavan yaptığı için konsolosluklar ülkelerine gönderdikleri kişilerin yüzünü görmek istiyorlar. Bu yüzden de yurtdışına gitmek isteyen zavallı (!) vatandaşlar, güvenlik konusunda Pentagon'u aratmayan konsolosluklara gidiyorlar. Bu da cep telefonu yasak, kamera, fotoğraf makinesi ve çeşitli kayıt yapan cihazlar yasak anlamına geliyor. Hatta mümkünse cüzdanınızı bile götürmeyin. Ben açıkcası kıyafetlerimizle girebildiğimize şükrediyorum.

Konsolosluğa girişten mülakattan çıkışa kadar olan süre zarfında kayıtsız olmanız gerekiyor, çünkü çoğu görevlinin duyguları yok. Çoğu yüzünüze baksa da duvara bakıyormuş gibi davranıyorlar ve belgelerinize bakıyorlar. Bu görevlilerin radar gibi gözleri vardır. Belgelerinizdeki eksikliği ya da fotoğraftaki çekim hatasını hiç tahmin edemeyeceğiniz bir hızda farkederler ve yüzünüze karşı bıkkın bir ifadeyle "Bu gün kaçıncı! Yeni fotoğraf çektirmeniz gerekiyor" der ve sizi yalnızlığınızla başbaşa bırakır. Öyle ki tekrar randevu almanız gerekebilir, bu yüzden de lütfen umursamaz olun ve sinirlenmeyin. Bu işe bulaştınız bir kere. Ben sizi baştan uyarmıştım. Unutmayın ki hayat sinirlenilmeyecek kadar güzel...

Bu yazıyı okuduktan sonra hala "Evet, evet ben yurtdışına çıkmak istiyorum!" diyorsanız, gerçekten azminize hayran kaldım. Bu azimle devam ederseniz başbakan olup vize belgeleri ile uğraşmak zorunda kalmazsınız size şimdiden iyi yolculuklar...

10 Ağustos 2010 Salı

Dikkat Uzaylı!

Beni tanıyanlar bilir; çok fazla film izlerim. Şöyle ki hemen hemen her gün bir film bitirme performansım vardır. Bu hobi diyebileceğim alışkanlı ve üniversitede aldığım sanat dersleri ile birleşince kendi çapımda bir film eleştirmeni oldum. Filmlerde, eğer o konu hakkında temel bir bilgi birikimim varsa neyin neyi sembolize ettiği ya da kamera hatalarını görüp tespit edebilirim. Geçen gün televizyonda "İşaretler" adlı filme rastladım. Bilmeyenler için küçük bir özet geçeyim: filmde uzaylılar bir tarlaya işaret bırakıyorlar ve film böyle devam ediyor. Filmi izlerken aklıma çeşitli sorular geldi. Uzaylılar filmlerde neden hemen hemen standartlar? Acaba o standart olan uzaylı bu evrende yaşıyor mu? Yoksa mutasyona uğramış bir insanla karşı karşıya mıyız? Şaka bir yana bu gize filmlerde gördüğümüz uzaylıları anlatacağım:

1) Dış görünüşleri: Onların da insanlar gibi iki gözleri ve bir burunları vardır. İnsanlardan farkı antenleri ve ten renkleridir (genellikle yeşil olurlar). Şöyle diyeyim ben bu zamana kadar hiç turuncu gözleri olmayan bir uzaylı görmedim. Kıyafet giyen uzaylı da görmedim. Adamların içleri dışları bir! Bu yüzden de izlediğim çok sayıda uzaylı hakkında olan Amerikan filmlerini baz alarak, film yapımcılarının gerçek hayatta uzaylı gördüğüne inanıyorum. Çünkü, yaratıcılık sıfır. Yaratıcılığın yok olması da o şeyi algılamakla başlar. Hemen izah edeyim, ilköğretim 2. sınıf öğrencilerinin çizdiği ev ile 3. sınıf öğrencilerinin çizdiği bir ev resmi çok farkediyor. Çünkü, büyüdükçe kafada bir kalıp oluşuyor ve ondan da öteye gidilmiyor. Yapımcıların ve yönetmenlerin başına gelen bu işte! Kafadaki yıkılamayan kalıplar...
,
2) Ya dosttur ya düşman: Kafanızda "Eee başka ne olabilir k?" sorusunun sorduğunuzu duyabiliyorum.Şöyle diyeyim; arkadaş olamıyorlar malesef. Hiçbir uzaylı: "Ben geçerken uğramıştım. Dünya'nın kahvesi meşhurmuş, bir içeyim, gideyim" demez. Uzaylıların ya canları sıkılmştır "Dur, şu Dünyalılara yardım edeyim, sevaptır" mantığı ile bize teknoloji getirirler ya da düşman olarak bizden bir maden almak isterler. Hatta daha da kötüsü insan ırkını incelemek isterler; ben bunu yukarıda da belirttiğim gibi tamamen can sıkıntısına bağlıyorum, ya da uzaylılar bunalımdadır. Olamaz mı? Buradan bu yazıyı okuyan uzaylılara sesleniyorum "Madem o kadar teknolojiniz var; bütün evren sizin demektir. Dünya'da kasmanın anlamı yok!"


3) Hep Amerika'da görülürler: Hiç Afrika'ya giden bir uzaylı gördünüz mü? Bu uzaylıların Amerika'ya gitmesi yetmezmiş gibi bir de ukalalık yapıp "Ben sizin başkanınızla görüşmek istiyorum" derler. İnsanlarla nasıl anlaştıkları konusuna girmeyeceğim bile. Uzaylı filmleri hep Amerika'da çekildiğinden bu işin tekeli Amerika'dadır. Lütfen, rekabete girişmeyin!

4) Öldürülebilirler: Bu çok tuhaf değil. Bunu kabullenmek çok kolay; fakat Dünya'ya kaç ışık yılı uzaklıktan sağlam bir şekilde gelebilmiş uzaylılar, Dünya'nın 3/4'ünün su olduğunu bilmeyip, su gibi bir madde ile öldürülebildikleri halde gelebiliyorlar. Sizce bu bir çelişki değildir de nedir? Bu yüzden de suyla öldürülebilen bir uzaylı görürsem "Kaç kaç" diyeceğim. Yazıktır, günahtır. Onlar da canlı neticede...

5) Fabrikadan çıkarlar: Bu zamana kadar çok uzaylı filmi izledim ve animasyonlar haiç hiç obez bir uzaylıya rastlamadım. Neden uzaylı kolonisi amip gibi çoğalmış gibi? Bence filmlerde uzaylıların da kendileri arasında kişilikleri olmalı. Meselai sakar bir uzaylı olsun izlerken gerilirken bir yandan da gülümseyelim.

6) Araçları: Gözünüzün önüne yuvarlak hatta elips şeklinde uçan bir cisim geldiğini düşünüyorum ki filmlerin bizde yarattığı algıda tam anlamıyla budur. Bu araçlar gelirler ve uzaylılar içinde ya ışınlanarak ya da merdiven ile aşağıya insan usulü toprağa inerler. Sonra da genelde ayakları ile tıpış tıpış yürürler. Bence bu uzaylılar şekil değiştirmiş Dünyalı.

İşte benim uzaylı filmleri hakkındaki görüşlerim böyle. Yukarıda da belirttiğim gibi gördüğümüz çoğu uzaylılar yaratıcılıktan uzak. Filmlerde daha yaratıcı şekillerde olan ve davranan uzaylılar görmek dileğiyle...

8 Ağustos 2010 Pazar

Ya Tutarsa?

Bu başlığı gördüğünüzde merak edip tıklamışsınızdır. Benim amaçlarımdan biri de zaten ilk başta başlık ile ilgi çekmektir. Okuduktan sonra beğenmek ya da beğenmemek tabiki size kalmıştır bu yüzden de olumsuz eleştirilere kendimi geliştirmek adına her zaman açığım belirtmek istedim. Lafı uzatmadan yeni konumu anlatayım. "Ya tutarsa?" şans oyunları hakkında bir yazı olacak. Bu konunun da aklıma nereden geldiğini anlatayım yaklaşık 2-3 hafta önce bir arkadaşımla Sayısal Loto'da ortak bir kupon yaptık ve büyük ikramiyeyi kazanacağımıza kendimizi o kadar inandırdık ki... Hemen hayaller kurmaya başladık; araba alırız, bahçeli ev alırız, dünya turuna çıkarız gibi. Sonunu herhalde anlamışsınızdır; "Yine bize hüsran vardı!" Bu şans oyunu beni baya düşündürdü. İnsanlar olarak kısa yoldan zengin olmak istiyoruz; ya bütün dileklerimiz gerçekleşirse ne olacak? Bence amaçsız kalmak insanı depresyona sürükler. Hedefinize ulaşmayı deneyin. İşte bu sizi çok daha mutlu eder... Karşınızda maddelerle şans oyunları:

1) Çıkmaz demeyin şansınızı deneyin: Bu şarkıyı şu anda mırıldandığınızı tahmin edebiliyorum. Pazarlama stratejisine hayranım: Buradan Milli Piyano İdaresi'ni tebrik ediyorum; baya etkili bir akım yarattılar. Bu oyunda amaç; para verip onun yerine bir kağıt alıp milyonda bir ihtimalin tutmasını beklemek; ama kesin olan birşey var ki birisine çıkacak ve zengin edecek. Bu oyunda siz kazanamasanız da mutlu olacağınız bir durum: Bir kuruluşa yardım ediyorsunuz, bir de oynayıp da kazanan kişiye birazcık yardım ediyorsunuz ve size tavsiyem kazanan kişiyi uzaktan izleyin; şirket kurarsa üstünde hisse payınız var! Hiç düşünmemiştiniz değil mi?


2) İddaa: Bildiğiniz gibi futbolseverlerin oynadığı bir şans oyunudur. Çok ayrıntılı bilmememe rağmen, gözlemlediklerimi anlatayım. Bu oyunun gazetesi ya da bülten gibi bir olayı var. Bu bültende anladığım kadarıyla değişik ülkelerdeki liglerden maçlar ve o zamana kadar olan istatistikler vs. var. Yani bir sürü sayı bulunmakta. Boş duran insanlar genelde bu bültenleri alıp saatlerce üstüne düşünüp kupon yapıyorlar. Belki başka bir işe yoğunlaşsalar insanlık yararına başka büyük buluşlar yapabilirler. Bence zamanında bu kadar büyük buluşların yapılma sebebi eskiden bu tür oyunların olmaması. Tabi çeşitli devlet kurumlarına yardım etmek istiyorlarsa başka...

3) At Yarışları: Bu tür insanların gerçekten de hayvansever olduğunu düşünüyorum. Neden mi? Çünkü, paralarını bir hayvanın hızlı koşmasına bağlıyorlar. İnsanlar sevmediği işlere paralarını bağlamazlar. Bu hayvanseverlere başarılarının devamını diliyorum...

4) Kazı kazan: Anlık bağımlılık yapan bir şans oyunudur. Ayrıca insanların açgözlü olduğunun da ilginç bir örneğidir. Çok nadir kazı kazandan ciddi paralar kazanılmıştır ki az da olsa para kazanan da azdır bence. İlk olarak olay şöyle gelişir: Birisi kazı kazancıyı görür. Sonra "aman ne olacak 50 kuruş topu topu" düşünceleriyle kazı kazanı alır ve olaylar silsilesi başlar. 1 TL çıkmıştır; 2 tane daha alır ve parası bitene kadar bu durum devam eder. Sonra tabiki zarar çıkar; arada kazanmış olsa da kendi kendini daha büyük oynamaya teşvik eder. Kazanamamayı yediremezse bu olaylar kazı kazancıda kazı kazan kalmayana kadar devam eder. Sizce bu açgözlülük değildir de nedir?

Bu maddelere eklenecek çok fazla şans oyunları var. Benim bu yazıda demek istediğim; hayallerinizin peşinden koşmak bir biletle olmamalı. Çalışmak insanı çok daha mutlu eden bir yoldur. Hayallerinizin hep gerçekleşmesi ve hiç amaçsız kalmamanız dileğiyle... Okuduğunuz için teşekkür ederim.

3 Ağustos 2010 Salı

Türk Eğitim Sistemi'nin Bana Kattıkları...

Yukarıdaki başlıktan da anlaşılacağı gibi bugün Türk Eğitim Sistemi'ni mizahsal bir boyutta eleştireceğim. İlk önce bu konunun nereden aklıma geldiğini anlatayım. Bu ara birçok önemli sınav sonuçlandı ve insanlar harıl harıl ne tercih yapsam diye düşünüyor. Doğal olarak da medya bu tercih dönemini ilgiyle takip ediyor hatta sırf tercihlerle alakalı programlar düzenliyorlar. Ben de televizyonda amaçsızca dolaşırken o programlardan birine rastladım ve düşündüm üniversite sınavına kadar neler öğrendim diye. İşte maddelerle üniversite sınavına kadar öğrendiklerim:


1)Şık olmadan asla: Hiç düşündünüz mü sınavlar bittikten sonra öğrenci seçim yapmakta zorlanıyor? Çünkü elinde 5 şıktan çok daha fazlası var. 5 şıka alışmış bünye yüzlerce şıkla karşılaşınca afallıyor ve doğru kararı veremiyor. Halbuki YÖK sınav sonuçları açıklandıktan sonra herkese 5 tane tercih şıkkı yollasa çoğu insan doğru kararı verecek. Şıklar şıklar şıklar... Hayatımız 5 şıktan 1 tanesini seçmeye bağlı oluyor ve yarış atı efsanesinin gerçek olduğunu anlıyoruz. Üniversiteye geçtiğimizde ise yazılı sınavları görünce okul uzuyor. Bu da gösteriyor ki şık getirin karşımıza başka türlü yapamıyoruz...

2)Çelişkiye sürükler: Ne demek istediğimi sadece iki örnekle açıklamak istiyorum. İlk olarak bize hep tutumlu olmamız ve para biriktirmemiz söylendi öyle değil mi? O zaman paraları kesirlere bölüp harcamak niye? Çoğu problemde elimizde para kalmıyor ya arkadaşımıza veriyoruz borç olarak ya da bize lazım olmayan araç gereçlere harcıyoruz. Bu da öğrenciyi doğal olarak hangi davranışın doğru olduğunu düşündürüyor. Ayrıca bize hep kadınlara yaş sorulmaz ayıp dendi. Eeee o zaman neden problemlerde kadınların yaşını hesaplatıyorlar? Eminim kafası karışan yalnızca ben değilim bence bu sorulara birer çözüm bulunmalı.


3)Gerçek hayat çok farklı: Bize özellikle fen derslerinde konular anlatıldı da anlatıldı. Her konunun sonunda ise şöyle bir cümle söylendi öğretmenlerimiz tarafından: "Gerçek hayatta böyle hesaplanmıyor aslında!" Benim bütün motivasyonum giderdi. Madem gerçek hayatta karşımıza çıktığında böyle hesaplayamayacağız o zaman neden gerçek halini öğrenmiyoruz? Burdan sesleniyorum öğrencilerin motivasyonunu düşürmeyelim lütfen zaten yıl sonunda zor tercihli sınavları var. Yazık günah...

4)Pratik olmayı öğrendik: Özellikle ezberlememiz gereken periyodik tablo, formül ve Türkçe'de kullanılan ekler varsa hemen ona uyabilecek mantıklı söz öbekleri bulduk. Çok mantıklı olmasa da mesela "FıSTıKÇı ŞaHaP" bunu her öğrenci bilir. Kim ilk başta uydurduysa büyük hayır işlemiştir, birçok öğrencinin hayır duasını almıştır. Önceden de belirttiğim gibi Türk Eğitim Sistemi'nde ezberlenecek çok formül, ekler olunca bizim pratik zekalı öğrencilerimiz de kendi kafalarından kısa yoldan ezberlemenin yolunu bulmuşlar. Teşekkürler sistem!

Bu anlattıklarım sadece özeti diyebilirim. Eklenebilecek o kadar maddeler var ki... Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Sistemimizin hep olumlu maddelerle karşımıza çıkması dileğiyle...

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Haydi Tatile Çıkıp Yorulalım!

Çalışan insanların çoğu izin yapma haftalarını beklerler. Amaçları ise sadece biraz olsun kafa dağıtıp dinlenmektir; ama tehlikenin farkında değillerdir. Çünkü aslında tatile çıktıklarında normal iş yaşamlarından daha fazla yorulmaktadırlar. Tatilden sonra 1 hafta daha tatil gerekmektedir ki o da 1 hafta boyunca uyumak anlamına gelir. Bu yazımda tur şirketlerinin yaptığı genelde kültür amaçlı olan turlardan bahsedeceğim. Hiç düşündünüz mü o turların güler yüzlü diktatörler olduğunu? Maddelerle kültür turları:



1) Saban erkenden kalkmak: Her turun kendine göre bir programı vardır. Tatildeki mutlu insanların da o programa uymasını isterler yoksa otobüs kaçacaktır, rezervasyonlar iptal edilecektir, müze kapanacaktır vs. vs. Bu yüzden de turlar genelde sabah erkenden başlarlar. Şöyle diyeyim sabah 6'da başlayan turlar gördüm sırf Güneş'in doğuşunu izlemek isteyenler için. Bu yüzden de normalde erken kalkmaktan hiç hoşlanmayan hatta işe giderken bile daha geç kalkan bünye madem para verdim hakkını da vereyim mantığı ile sabah 5:30'da kalkıp 6'daki muhteşem manzaraya hazırlanır. Şimdi sorarım size bu yorucu bir olay değil midir? Bunun neresinde "dinlenmek" eylemi geçiyor?

2) Yavaş yemek yiyenler dikkat: Buradan yavaş yemek yiyenlere sesleniyorum; böyle bir tura katılmadan önce ya az yemekle yetinmeyi öğrenin ya da hızlı yemek yemeye başlayın. Çünkü turlarda çok kısıtlı bir zaman vardır ve siz bu programa uymak zorundasınızdır! Gezilecek görülecek çok yer var; yoksa siz bütün vaktinizi yemek yemekle mi geçiriyorsunuz? Buradan söylemek istedim: Kaybedenlerdensiniz, çünkü otobüsü kaçırdınız; artık görecek yeriniz kalmadı.

3) Kondisyonlu olmak lazım: Çünkü kondisyonlu olmadığınız an bitersiniz. Unutmayın en zayıf halka genelde elenir. Elenmek mi istiyorsunuz? O zaman gezmeyin evinizde oturun televizyon izleyin, kitap okuyun. Çünkü kültür turları kondisyonlu olmayanlara göre bir iş değildir. Kültür turu ciddi insanların işidir! Çünkü gezilecek yerler genelde müze olduklarından dolayı çok yürümeniz gerekmektedir; bir de fotoğraf çekeceğim telaşı içindeyseniz bir sürü araç gereç taşırsınız. Bu da kondisyonlu olmayı gerektirir. Sadece gitmeden önce hazırlıklı olun istedim.

4) Hakkınızı koruyun: Mümkünse yanınızda bir avukat bulunsun. Çünkü kültür turlarında bir grup halinde olursunuz ve birçok yere girerken sıraya girmeniz gerekmektedir. Her grup içinde de mutlaka kendini çok "zeki" zanneden ve sabırsız tipler bulunmaktadır ki çok tehlikelidir. O gülen yüzlerinin altında "evet, çaktırmadan senin önüne geçip bir an önce yemeğimi yiyip hazır olacağım" yazar. Bu yüzden de sıranızı koruyun kollayın, kollayamayanlara yardım edin!

Eklenecek o kadar çok madde var ki... Her ne kadar burada eleştirmekte de olsam kültür turları iyidir ve tavsiye ederim. Sadece demek istediğim dinlenme amacıyla gitmeyin; bilgilenme amacıyla gidin...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Türkler Işınlanmayı Bulursa...

Düşündüm taşındım... Işınlanmak tam bir sır olarak görülüyor. Birçok bilim adamı da eminim ki bu icatı yapıp adını tarihe yazdırmak istiyordur. Türkler ışınlanmayı bulursa sizce dünya nasıl bir yer olurdu? Bence haberlerde yazılacaklar: "Çılgın Türkler artık vizesiz her yere gidebiliyor. Artık her yerde Türkler çoğunlukta..." Dünya çalkalanır ve muhtemelen yeni bir döneme girilir... "Işınlanma devri (2010-...)". Maddelerle Türkler'den ışınlanma:


1) Işınlanma prosedürü oluşur: Tabiki yasa çıkması gerekir. Türkler yoğurttan sonra dünyanın çok konuşacağı bir şey icat etmiş... Prosedürü oluştururlar hemencecik. İlk başta gerekli ışınlanma mevkilerinde TC kimlik numarası girmeniz gerekir. Sonra size bir soru gelir: "Işınlanma yapmak istediğinize emin misiniz?" Ardından gerekli kurumlardan kaşeler ve imzalar geldikten sonra istediğiniz yere rahatça ışınlanabilirsiniz. Tabi arabayla gitmek daha kolay olabilir... Zaman hesabı yapmak gerekir.

2) Işınlanma alt yapısı oluşturulur: Bütün yollar alakalı olsun olmasın sökülür ve takılır. Bu yapılmazsa ışınlanma kesinlikle gerçekleştirilemez. Trafik tıkanacak bir kere. Yoksa ışınlanmanın önemi nasıl anlatılabilir ki? O yüzden de ışınlanma bulunduktan sonra lütfen yol yapım çalışmalarına tepki göstermeyiniz. O çalışmaların önemli bir nedeni var! Sizi ışınlanma işlemine motive etmek.

3) Işınlanma süreci: İlk ışınlanma süreci başladığında herşey dört dörtlük olamaz. İlla ki hatalar olacaktır. Hele de Türkiye'den bahsediyorsak... Benim aklıma gelen bir kaç olası durumları yazacağım... Işınlanırken insanlar karışabilir birbirine. Mesela kendinizi başka bir insanın vücudunda bulabilirsiniz. İşin yoksa kendi bedeninizi bulunuz. İlk önce gerekli mercilere dilekçe yazmanız gerekir. Cevap gelene kadar da insanları sizin başka bir kişi olduğunuza ikna etmeniz gerekir. Bunun dışında ışınlanma sırasında bir yere giderken kolunuz bir yere giderken bacağınız sizden bağımsız bir yere gidebilir. Şimdiden hazırlıklı olun benden söylemesi. Teknoloji her zaman iyi bir şey değildir.


4) Işınlanma kesintisi ve vergisi: Rüzgar esti mi genelde elektrikler kesilmez mi? En azından benim yaşadığım yerlerde öyle olur. Ya çok şiddetli yağmur ya da şiddetli bir rüzgar esti mi elektrikler gider ve hayat durur. Aynı şey ışınlanma için de geçerlidir. Rüzgar estiği an kendinizi bir boşlukta bulabilirsiniz. Çünkü elektrik gittiği gibi ışınlanma gitti gibilerinden bir söz öbeği de dilimize yerleşir. Bir de unutmamak gerekir eğer ışınlanma faturanızı ve verginizi ödemezseniz ışınlanma yine kesilir. Açtırmak için çok uğraşırsınız. Bu yüzden de ışınlanma faturanızı otomatik ödemeye alın benden söylemesi

5) Işınlanma fakülteleri: O kadar ışınlanmayı bulmuşuz. Işınlanma teknik liseleri ve ışınlanma fakülteleri olması gerekmez mi? Tabiki gerekir. Bu yüzden de ÖSYM düzgün bir sistem kurmalı hangi alan ne tercihi ile hangi katsayı ile çarpılırsa bu fakülteye girilebilir...

Bunlar sadece olabilecekler. Keşke o günleri görebilsek de bunlar gerçekleşebilse... Okuduğunuz için teşekkür ederim.